Nejat Ağırnaslı
Biz Komünistler başka türden insanlarız, biz başka bir kumaştanız’ (J.Stalin)
SiyAsi Dergisi’nin bu sayısının ana konusunun masallar olması tabii ki bir tesadüf değil. Bizzat içinden geçmekte olduğumuz toplumsal atmosfer ile doğrudan bağlantılı. Çünkü hayat özellikle son dönemlerde bizleri sürekli birer ‘rasyonel’ ve özne olarak ekonomik-siyasi kavramlar dolayımıyla kendimizi kurmaya itiyor. Ne var ki, bugün belki egemen düzene, onun algısı ve dili üzerinden değil bizzat onun dayatmış olduğu anlamsallık, rasyonalite varyasyonları ve zamansallığa karşı (onun içinden belli bir tarihsellik içerisinde şekillenen ama O’nun reddiyesi olabilecek) başka bir hakikat ve anlamsallık inşasına her zamandan daha çok ihtiyacımız var.
‘Rasyonalite’ ile ‘duygusallığın’, ‘gerçekçi’ olmak ile ‘romantizmin’ ikilik üzerinden karşı karşıya getirildiği egemen söylemler öylesine yaygın ki, üniversite hocasından ‘devrimcisine’ kadar, herkes herkesi ‘artık’ gerçekçi olmaya çağırıyor. Bu çağrının ‘artık’ dile getirilmesi aslında var olan düzeni yeniden üretmek açısından işlevi olduğundan dolayı aslında son derece ideolojik ve tam da ideolojik olduğundan dolayı herhangi bir masaldan daha ‘gerçek’ değil. Zira eğer ‘gerçek’, kurulan ve mantık silsilesi egemenlik ilişkileri içerisinde üretilen bir olguysa, yani maddi bir karşılığa sahip olan ve bir kamusallık içerisinde sürekli sembolik alanı inşa etmek zorunda olan bir olgu ise aslında bu ‘gerçek’ de bir masaldan çok da farklı değil. Zira masallar da maddi ilişkilerin içinden doğan ama kendi anlamsallığını farklı bir mantık dizgesi üzerinden inşa eden bir tahayyülden başka bir şey değil aslında.
Masallar Diyarında Yaşamak veya Yaşamamak
Masallarımızı, egemen tahayyüllerden tek ayrıksı kılan şey maddi bir tekabüliyetinin en azından görünürde ve şimdilik olmaması. Masalın maddi temelli bir tahayyüle dönüşmesi için tarihte iradeye, yani dengbejlereihtiyaç var. Egemen tahayyüllerin kamusallaştırıcıları ve bekçileri, binaları,üniformaları ve takas araçları varsa, masalcıların da irade koyan ve masalı, İbrahim Kaypakkaya’nın dediği gibi ‘parça parça’ yayanları, her yüreği devrimci birer hayalperest hücreye dönüştürenleri olmak durumunda. Zira düzen muhayyel gerçekliğinin sürekliliğini sağlamak için sürekli performanslar ve semboller üretmek ve herkesi bunun yeniden üreticisi kılmak durumunda.
Vakti zamanında yeşil parkalı ablalarımız ve abilerimizin, bugün ne kadar ‘uslu’ olduğundan hareketle artık marjinalleşmiş olan devrimcilik ancak ve ancak kendi benlik inşa sürecinde belli bir yüce anlatı ile ilişkiye giren gençlerin semptomu olarak algılanıyor. Netice de onlar da büyüyecek. Büyüdüklerinde artık büyük anlatılara gerek kalmayacak, onun yerini ‘gerçek’ alacak. Yönetimsel teknolojilerin içselleştirilmesi, tahayyülün dışsal bir ‘gerçek’ olarak kavranması böyle birşey olsa gerek. Babam ve Oğlum filmindeki çocuğun dediği gibi ‘büyüdükçe hayaller de küçülecek’, hayal olduğu, ideal olduğu bilinen ve bu bilinçle yola çıkılan anlatının yerini egemenlik ilişkileri içinde inşa edilmiş olduğu fark edilmeyen (fark edilse de bu kısmı artık çok da önemli görünmeyen), mutlak ve değişmez bir veri olarak kabul edilen muhayyel ‘gerçek’ alacak. Piyasa, çalışma hayatı, para, ulus, devlet her daim ‘gerçek’ olacak; hiçbir zaman maddi egemenlik/üretim ilişkilerin sembolik/performatif olarak inşa ettiği tahayyüller olamayacak, çünkü ‘O’ gerçek bir kere, ‘O’ bir ‘gerçek fetişi’. Bu ‘gerçek’, düzen-içi benliğin mevcut konumunu yani konformizmini idame ettirmek için zevkin/joissance’ın ve aynı zamanda sinisizmin yegane referansı olan bir fantezi.
Devrimcilerin hayal olduğunu bildikleri ve maddiyata çevirmeye çalıştıkları hayalleri vardır, bunları görmüş geçirmişlerin ise daima fantezi olduğunun bile farkında olmadıkları gerçekleri. Devrimciler çocuktur, onlar şarkı dinlemez, şarkı söylemek ister; büyükler ise sahibinin sesi olmayı yeğler, bu ses her ne kadar birbirinden farklı tonlar ve ritimlerde dile gelse de.
Bir Rüya Ki Orada Hep Şarkılar Vardı…
Türkiye’de bir zamanlar devrimciler ‘vardı’, bir zamanlar ‘hayalperest gençler’, ‘idealleri uğruna ölümü göze alanlar’, yani bir zamanlar ‘parkalı gençler’ vardı. Tarihsel bir hakikatin bedene bürünmüş hali ve mesihvari bir kurtuluş destanının havarileri artık ‘geçmiş’ oldular. Geleceğin habercileri ‘artık’ fazla ‘romantik’ ve ‘insani zaafları’ olduğu her ne hikmetse yeni yeni ‘keşfedilen’ birer silik suret oldular. Hayattaki duruşlarıyla adeta bir romandan çıkmış gibi olan insanlara bu özelliklerin ‘sonradan atfedildiği’, hiç kimsenin böylesine ‘ideal’ olamayacağı gerçeği her gün yüzümüze çarpılıp, ‘sizler hala bunları örnek alıyorsunuz da sizin sonunuz da onlar gibi, bar köşelerinde sürünmek, reklamcı olmak, akademisyen olmak’ olacak diye sürekli gerçekliğe davet ediliyoruz. Başka türlü bir özne olma halini ‘artık’ tahayyül etmek olsa olsa ‘geçmişte’ kalmışlık hali olarak tanımlanıyor.
Çeşitli ezilen hareketlerinin kurmuş olduğu anlatılar, başka bir zamansallığa dolayısıyla da aslında başka bir mantığa çağırıyor. Zira akıl, sebep sonuç ilişkisini Kant’ın da işaret ettiği gibi olguların peş peşe algılanması üzerinden kurma yetisine önsel olarak sahipse, kapitalizmin inşa etmiş olduğu toplumsallık algısı üzerinden siyaset yapmak ancak belli bir yere kadar radikal bir kopuşu mümkün kılıyor. Kapitalizmin mevcut toplumsallık algısı üzerinden bir reddiye olarak beslenen başka bir anlatıyı maddi hayatın içinden çıkarmak bir özneyi radikal kılması açısından elzem görünüyor. Dolayısıyla bugünün reddiyesini toplumda yaşanan ve zaten mevcut olan ahlaki/söylemsel pratikler üzerinden başka ve bütünlüklü bir mantık dizini oluşturmak aslında başka bir zamansallığa ve dolayısıyla başka bir mantığa çağrıdır, başka bir anlamsallık inşasıdır.
Öyle ki Devrimci Kawa’dan PKK’ye, 70’lerin Devrimci Yol’undan -1990ların başındaki- Grup Yorum ve DHKP-C’ye ve oradan TKP-ML/TİKKO’ya, Zapatistalardan Lübnan Hizbullah’ına ve Hamas’a, Kurtuluş Teolojisinden Topraksız Kır Hareketi’ne (MST) kadar ezilen hareketlerinin ciddi bir kesimi hakim ‘seküler’ ve egemen rasyonalitenin ötesinde –ama onula diyalog halinde-, bütünlüklü bir tarih anlatısı içerisinde başka bir zamansallık ve anlamsallığa çağıran; bunun kavramsal envanterini daha kırsal/pastoral/arkaik/geleneksel/sözde-geleneksel bir kolektif hafızadan doğru kuran, Walter Benjamin’in işaret ettiği romantizmi ve mistisizmi gündelik/maddi kolektif çözümlemeler [1] etrafında (kimi zaman patronaj/klientalizm veya dikey bir sosyal hizmet anlayışı üzerinden) örgütleyerek başardıklarını söylemek herhalde abartı olmayacaktır.[2] Bu pratikler aynı zamanda içinde bulunanları başka bir özne olma haline, tarih içerisinde belli bir anlama sahip ve ondan dolayı her gün kendini inadına hakim düzenin birey tipolojisinden başka kuran bir ontolojiye çağırıyor.
Böylesine bir anlamsallığa dayanan bir kamusallık vasıtası ile ezilenlerin gündeliğini kolektif bir biçimde örgütleyen çeşitli hareketler, aslında birçok sosyalist/komünist çevrenin yaptığının aksine ‘emekçinin/işçinin’ veya ‘ezilenin’ hayatını mevcut ekonomik kodlar üzerinden tanımlayan kapitalizmin dilini taklit etmenin aksine, onların gündeliğini örgütleyerek tam da ‘işçi’ olma halinin ötesinden ontolojik bir anlam ve tarihte/hayatta bir yer ve başka bir özne olma halini kurmaya çalışıyorlar. Bunlardan kimileri, ezilmeyi ve ekonomik ‘işçi’ tanımından çok ‘mazlum’/’halk’ gibi etik/mistik çağrışımlı kodlar üzerinden zaten o ezilme pratiğini aşmak isteyenleri tanımlıyorlar. Kimileri sadece gündeliği kolektif olarak çözümlerle örgütlemekle kalmıyor bunun uzantısı olarak ‘halkın haklı davasının’ ve ‘kaçınılmaz kurtuluşun’ vücut bulduğu gerilla/militan birlikleriyle kahramansı bir destana davet ediyorlar ki onların eylemleri aslında mevut devlet ve egemenlik tahayyüllerini sarsabiliyor (Mahir Çayan’ın deyimiyle ‘suni dengeyi’ sarsabiliyor). Gizemleriyle aslında ezilenlerle temas halinde olabildikleri noktalarda gündeliğin dışındaki bir hayata özne olan özlemin referans noktasına dönüşebiliyorlar, şehitler ve militanlar gündeliğin zamansallığını aşmış bir ego-idealine dönüşebiliyorlar. Zaten insanların aksiyon filmlerinden, romanlara, dizilere, şiir ve şarkılara olan ilgisi belki tam da hakim mekan-zaman anlayışının dışında, yani gündeliğin tahakkümcü kalıplarının dışında başka bir zamansallığa ve anlamsallığa olan bir özlemin ifadesi olarak okunabilir. Kısacası, komünizm bir daha bir olanak olarak tarih sahnesine çıkacaksa, ezilenlerin mevcut anlam dünyası üzerine kurulu başka bir zamansallığı inşa etmek durumda; başka bir bütünsel hakikat, başka bir anlatı elzem, hem de gündeliğin içerisindeki pratiklere/performanslara dayanarak.
Bu anlatıların gündelik hayatta tekabüliyetinin örgütlenemediği yerde ise, anlatı hafızaya, ‘güzel eski günlere’, ‘biz bunları gördük’e, zengin olup asgari ücretten daha aza işçi çalıştırıp veya kadın-erkek ilişkilerinde son derece tartışılır pratikler sergileyip hala ‘biz de devrimciyiz’ denmesine kendi içinde çelişmeksizin yol açabiliyor. Zira artık o anlatının pratik bir karşılığı olmuyor, tam tersine gündelikten kopuk ve kendinden menkul, kendisini yeniden üretmek için varoluşunu sürdüren bir fetiş halini alıyorlar. İşte özellikle Türkiye’de devrimcilerin sürekli gerçekçiliğe davet edilmesi belki de gündelik ile mistik/söylemsel/hayali/sembolik olan arasındaki açının giderek artması [3] ve bu iki olgunun birbirinden bağımsızlaşması için çok sağlam temel bir argümana dönüşebiliyor. Anlatı materyalize olup, materyal olanın semboliği yeniden inşa etmediği yerlerde sadece laf kalıyor, şekil kalıyor; hayat-onur kavgasının yerini rasyonel kamusal alana medya dolayımıyla seslenilen ‘basın açıklamaları’ alıyor. Böylece hayalin kendisi, devrimcinin benliğini ve salt devrimcinin varoluşunu aslında olmayan toplumsal mücadele içinde üreten bir fetişe ve dolayısıyla benliğin bütünlüğünü sağlayan bir dolayıma dönüşüyor.
Söylemsel/Mistik/Hayal olanın materyalize olamamasının altında ayrıca devletle girilen şiddet ekonomisinin devrimci ile ezileni birbirinden soyutlaması [4] ve neoliberal rejimin kapitalizmin deneyimlenişini ezilenler nezdinde son derece sistematik bir biçimde heterojenleştirip yönetmesini, bunun da bütünsel bir anlatının çeşitli ezilen kesimleri kapsamasını zorlaştırdığını eklemek gerek.
Belki bundan dolayı bugün için Che’nin ‘gerçekçi olalım imkansızı isteyelim’ sloganının ‘gündeliği örgütleyelim, hayali/masal olanı inşa edelim’ olarak bir daha okunması gerekir.
Uçan Halının Kumaşı ve Trendsetter’lar
Slavoj Zizek, Stalinist ‘parti fetişizmini’ tartıştığı makalesinde [5] Stalin’in Lenin’e söylediği ve en yukarıda alıntıladığımız cümle üzerinde durur ve şu saptamalarda bulunur.
‘Partinin mantığı şudur: Öyle ki, sanki; sınıflardan, toplumsal katmanlardan, toplumsal gruplardan ve alt-gruplardan ve toplumsal gelişimin evrensel erekleri tarafından yönetilen bir toplam halinde toplumsal-tarihsel evrenin farklı parçalarını oluşturan, onların, iktisadi, siyasi ve ideolojik örgütleri yanısıra ve onlardan farklı olarak onların ötesinde Parti-bu nesnel yasaların dolaysız ve tekil olarak vücut bulduğu bir kısayol, öznel irade ile nesnel yasaların kesiştiği paradoksal bir kesişim noktası-vardı. Böylece, komünistlerin ‘başka bir kumaştan’ olma halleri ‘tarihin nesnel aklının’ vücut bulmasıdır. Bu kumaşın dikildiği yer herşeyden önce bedenleriyse, bu bedenler gerçek bir dönüşüm geçiriyor, başka bir bedenin, yüce bedenin, taşıyıcısı haline geliyor.’
Kısacası komünist ve onun yüce bedeni parti, tarihte üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bir ifadesi, yani bu mukadderatın vücut bulduğu, Hegelyan anlamda tarihi ve zamanı tekeline almış olan olgudur. Komünist ‘mutlak yarının’ bugünde yaşayan, onu bugünde örgütleyen havarisidir. Bu tarih algısıdır ki, tarihin kendiliğinden ilerlemesini bir veri olarak kabul edip devrim veya reform olasılıklarını bu ‘kendiliğinden ilerlemeye’ havale eden, dolayısıyla tarihte iradeyi tali bir plana iten Sosyal Demokrat tarih anlayışının karşısında bizzat Lenin tarafından geliştirilmiştir. Walter Benjamin’in dediği gibi:
‘Sosyal Demokrasi kuramı, özellikle de pratiği gerçekliğe sadık kalmak yerine dogmatik iddialarda bulunan bir ilerleme anlayışı tarafından biçimlendirilmiştir. İlerleme denilince Sosyal Demokratların kafasında öncelikle canlanan, insanlığın kendisinin ilerlemesiydi (sadece bilgi ve yeteneklerin değil). İkincisi, ilerleme sonu olmayan birşeydi (insanlığın sonsuz yetkinleşme gücüne denk düşüyordu). Üçüncüsü, pek karşı konulmaz birşeydi. (kendi dinamiğiyle çizgisel veya sarmal bir yol izliyordu). Bunların hepsi de tartışmalı, eleştiriye açık iddialardır. Ama işin temeline inildiğinde, eleştiri bu iddiaların ötesine geçmeli, hepsinde ortak olan bir şeye yönelmelidir. Tarihsel ilerleme kavramı, insanlığın homojen ve boş bir zaman içinde durmadan yol açtığı tasavvurun eleştirisi, ilerleme kavramının her eleştirisine temel oluşturmak zorundadır.’ [6]
Tarihe bu tarz bir irade koyma biçiminin arkasında aslında Rusya’da, o dönem tam da kapitalizmin zamansallık algısı, modern biçimleri ve söylemleri ile ilişkileri son derece tartışmalı ve zayıf olduğu söylenebilecek soylu, ‘romantik’ anarşistler veya Narodnikler var. Bu Halkçılar kapitalist ‘uğrak’ olmaksızın komünalist bir toplumun inşa edilebileceğini savunup, bu uğurda son derece spekülatif şiddet eylemlerine girişiyor, soylu kökenlerine rağmen köylü halk ile ilişkiye geçmeye çalışıyorlardı. Devrimciyi, şiddeti ve iradeyi eylemin merkezine koyan bu anlayış, Marksçı terimler üzerinden mukadderatvari (ve yine ilerlemeci) bir tarih anlayışı ile harmanlandığında, komünist gerçekten de başka kumaştan oluyor, zira o sadece gelişmesi beklenen proletaryanın genel çıkarlarının değil tarihin genel kanunlarının dile gelişi, tarihin kendi bilincine varmış ve bunu bizzat örgütleyen havari oluyor. Devrim mutlaka bir gün varılacak o kudretli an ve parti özgürlük diyarına götüren uçan halı haline geliyor.
Bu tarih anlayışı, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marksist terminoloji dolayımıylaanlamsallığını inşa eden ulusal kurtuluş mücadelelerinin, kurtuluşu, ‘düşmanın defedildiği ana’ havale ettikleri anlayış ile örtüştüğünde, komünist/devrimci tamamen ‘ilahi adaletin tecelli olduğu’ anının muştusu haline geliyor. Tam da kapitalizmin meta-zamansallığı ile temasta ona karşıt bir direniş olarak gelişen ama yine ondan beslenen bu tür hareketlerin, kırsal kesimi temel bir referans olarak görmeleri onları merkez ülkelerdeki hakim ‘komünizm’ anlayışının dışında romantik ve mistik kılıyor, post-kolonyal bağlamda ise nüfusların (siyasal toplum) sözde-geleneksel (kimi zaman pastoral) söylem/pratiklerinden besleniyorlar ve tam da bu yüzden aslında başka bir anlam dünyasına davet edebiliyorlar. Hatta ve hatta var olan rasyonaliteye alternatif, hakim kamusal alan tanımlarının ötesinde bir siyaseti en azından harekete ilk başladıkları anlarda inşa edebiliyorlar. Zaten hegemonya kurma sürecinde bu alanlara dahil olmak ve onları veri kabul etmek aslında tam da sosyal demokrasinin, ‘komünist’ partilerin, hegomonik ulusal kurtuluş ve çeşitli ezilen hareketlerin radikal siyaset yaptıklarını sandıkları anlarda sisteme eklemlendikleri anlar oluyor.
Dolayısıyla bugün için yeniden radikal bir ezilenler hareketi inşa olacaksa, bu her şeyden önce ezilenlerin gündelik sorunların kolektif (burada da ve hemen şimdi) çözümlerinde maddi tekabüliyetini bulan, mevcut halk hafızasındaki atasözlerinden söylencelere[7] ve ahlaki değerlerden dini inançlara kadar, onları yeniden biçimlendirerek anlamsallığını kesinlikle ve kesinlikle ‘rasyonel, materyalist, bilimsel, marksist’ terminolojinin ötesinde inşa eden, devlet ve piyasanın hakim zamansallığını ve toplum tahayyülünü sürekli bozan, sarsıcı eylemlerle egemen tahayyülleri yıkarken ezilenlere tahakkümün dışında özne olmanın yolunu açan bir masala davet etmeli.
Evet, bugün yine belki Stalin’in ifade etmiş olduğu biçimiyle değil ama ısrarla Trendsetter’ların modasına uygun kumaştan değil, inadında başka bir kumaştan, inadına hayalperest, inadına devrimci, inadına iradeci olmaya çağırıyor hayat, bundan kasıt kendinden menkul bir irade değil ezilenlerin öz-örgütlenmeleri içerisinde inşa olacak bir masalı inşa etmek. Var olan rasyonaliteyi kabul etmek, egemen zamansallığı kabul etmek ancak ve ancak reel-politikacılığa götürür, komünizmden bunu anlayanlar ‘yüksek siyasetlerini’ yapadursun, birileri inadına Grup Yorum’un Cemo parçasında söylendiği gibi ‘kopacak fırtınanın muştusu’ olmaya, birileri hep devrimci olan kiraz mevsimlerinin ‘şarabi eşkiyası’ olmaya çalışacak. Varsın aynı kuşaktan olan arkadaşlarımız başta olmak üzere herkes bizi muhayyel gerçeklere davet etsin, inadına bir masalı inşa etmek bizim için bugün yegane radikal tutum olabilir.
‘Gerçekçi’ olanlar muhayyel gerçeklerinde var olan sistemi kabul etsin, konformizm ve reel-politikacılıklarıyla ‘nesnel’ olduklarını iddia etsin, devletin/piyasanın grameri, dili ve siyaset biçimlerini kabul etsin;bunları tali görün ve kendilerinden menkul ‘radikalizm’ iddialarını sürdürsün; bugün masallar diyarında yaşamayıp hayal kuramayanların yarını olmayacaktır. Dolayısıyla bu sayfalardan, tüm şarabi eşkıyaları o başka kumaştan olan uçan halının hep beraber nasıl yarına havale etmeksizin dokunacağını: ‘umut’ etmeksizin, inadına şimdi inadına bugün düşlemeye ve örmeye davet ediyoruz.
*Siyasi Dergisi 2007-9 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi yerelinde yayın yapan bir fanzindir. Masal Sayısı hayal etmenin ve düşlemenin yok edilmesine karşı yeniden masalı ve düşü hatırlatma niyetiyle hazırlanmış bir sayıydı.
[1] Kolektif çözümlerden tüm yazı boyunca kastedilen ezilenlerin gündelik sorunlarını kooperatifleşme, doğrudan el koyma, dernekleşme vb. pratikler üzerinde bir talep siyasetinin ötesinde/yanısıra çözümlerdir. Topraksız Kır İşçileri Hareketi (MST), işgal fabrikaları, çeşitli kooperatif ile doğrudan eylem deneyimleri bunların birkaç örneğidir.
[2] Özellikle ParthaChaterjee’ninMağdurların Siyasetikitabında sömürge sonrası ulus-devlet inşa sürecinde toplumun sivil toplumu oluşturan ve modernist proje tarafından içerilen vatandaşlara diğer yandan ise dışlanan ve siyasal toplumuoluşturan nüfuslaraveya mağdurlara bölündüğünü iddia ediyor. Benedict Anderson’un bahsettiği homojen boş zaman algısı değil heterojen zamanın mevcut olduğu iddia ediliyor. Mağdurlar kendilerini daha ziyade geleneksel diye addedilen ancak bizzat modernin yaratmış olduğu geleneksel pratikler/söylemler üzerinden ifade ettiği iddia ediliyor. Dolayısıyla masalsı bir anlatının beslenebileceği ve beslendiği kavramsal envanter ve pratikler tam da bu ‘geleneksel’e referans vererek inşa ediliyor/edilebilir.
[3] Türkiye’de bu bahiste İslamcıları analiz eden Cihan Tuğal’in‘Islamism in Turkey: Beyond instrumentandmeaning’ için: http://sociology.berkeley.edu/public_sociology_pdf/tugal.pps05.pdf
Bu hususa gelecek sayımızda değineceğiz.
TheFetish Of theParty. SlavojZizek.
[6]Son Bakışta Aşk; Walter Benjamin, 1993:46.
[7] Bkz. Geçen sayımızda bu hususa değinen ‘İnsanlar ve Köpekler’ başlıklı yazı.
“Çeşitli ezilen hareketlerinin kurmuş olduğu anlatılar, başka bir zamansallığa dolayısıyla da aslında başka bir mantığa çağırıyor. Zira akıl, sebep sonuç ilişkisini Kant’ın da işaret ettiği gibi olguların peş peşe algılanması üzerinden kurma yetisine önsel olarak sahipse, kapitalizmin inşa etmiş olduğu toplumsallık algısı üzerinden siyaset yapmak ancak belli bir yere kadar radikal bir kopuşu mümkün kılıyor. Kapitalizmin mevcut toplumsallık algısı üzerinden bir reddiye olarak beslenen başka bir anlatıyı maddi hayatın içinden çıkarmak bir özneyi radikal kılması açısından elzem görünüyor. Dolayısıyla bugünün reddiyesini toplumda yaşanan ve zaten mevcut olan ahlaki/söylemsel pratikler üzerinden başka ve bütünlüklü bir mantık dizini oluşturmak aslında başka bir zamansallığa ve dolayısıyla başka bir mantığa çağrıdır, başka bir anlamsallık inşasıdır.”