Proletarya Amele Değil, Emel

Makaleleri

Nejat Ağırnaslı

…. Ancak, canlı emek meselesi burada kalmıyor. Soyut olan somutile lanetlidir, ona toslar, kendini bulur. Bundan dolayı Marx’ın Hegel ile olan ilişkisi hep sorunlu olmuştur.

Marx’ın diyalektik ile ilişkisi bir yana, diyalektik, kapitalizmin teşebbüs ettiği bir mantıktır, zahiridir, teşebbüsün mantığıdır, kapitalizmin tüm somut iktidar ve öznellik ilişkilerini kodlar; bağlamını arz-ı endam edişidir. Ruh, canı kovalar ama metada bu ilişki tersine çevrilir, “insanlar arasındaki ilişkiler, şeyler arasındaki ilişkiler gibi zahir olur.” (Marx’ın görünmeye dair kullandığı scheinen, erscheinen, Anschein kelimelerinin bizi düşündürtmesi gerekir, kendisi böyle düşünmüş olsun veya olmasın; mesele kimin nereden neye nasıl baktığı, yani bir görünüm, görünüş, nazire meselesidir. Bu bir görelilik önermesi değildir. Marx, bakış açılarını ve arz oluşları yapılandıran alanı tartışır. Bu yüzden “üretici güçler” veya “üretim ilişkileri” şu veya bu değildir, kimi ilişkiler bu işlevi taşır olmuş olur.) Bu yüzden diyalektik materyalizm değil materyalist bir diyalektik söz konusudur; diyalektik maddenin zahir oluşunun farklı pozisyonlardan bakılarak ifşa edilişidir; görünümden görüş açılarının konumlanışını, bakışımları yapılandırarak maddenin dolaşım ve değişim seyrine bakar; maddeyi anlamsal olarak sorunsallaştırır, zahir olanın nispetinin nazarıdır.

Meta fetişizmi, bu yüzden iktidar ve direnişin ilişkisini düzenler. Mücadelenin direnişten, direnişin dirençten, direncin sürtüşmeden ibaret olmasını sağlamaya çalışır. Bu kapitalizmdeki Beziehung’udur ama sermaye Verhältnis’i değildir. Almancadaki meta, yani Ware, meta olma hali olan Warheit’e, yani hakikat olan Wahrheit’e bir anlam çekimi ve ötelenişi olarak okunabilir. Marx, elbette burada Beziehung/Bezgug kavramını bu şekilde hep kullanmaz ama meta tam da bunu ima eder.

Kapitalizm tam da bu mantığın akamete uğrama ihtimaliyle, yani maddeyle lanetlidir. Bu imkânsızlığı onu genişlemeye, sürdürülmeye götürür, asli birikimin geçmiş ile bugünü bir doğrusallık, tikellik ve evrensellik kategorileri içerisinde ele alışımızı sağlayan ilişki metadır. Bu yüzden, Lukacs’ın tam da Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, yani işçi sınıfının devrimini tartıştığı metinde şeyleşme kavramına, yani meta fetişizmine bu kadar vurgu yapması manidardır. Bu yüzden Marx’ın ideoloji kavramından meta fetişizmine doğru kayışı, tarihsel bir kodlama değişimi, kapitalizmin işleyişinin değişimidir. Meta, Kapitalverhältnis’in bir Beziehung olarak kodlanmasıdır. Nispetin varsayılıp bir göndermeye dönüşmesidir, anlamın çekilmesi ve ötelenişidir. Fark düzleminin kodlarıyla toplumsal ilişkilerin karşılıklı olarak birbirilerini anlamlandırmasıdır, anlamsızlıklarını öteleme düzlemidir. Asli birikimin bir zaruret olarak kanıksanışı, çilesi ve hazzıdır, bu farkın içindeki arzulardır. Peki, bu durumda canlı emek neden kapitalizmde yıkıcı bir rol oynayabilir?

Her şeyden önce bu canın emek ile anılması insana sorunlu gelebilir, zira bu soyutlama şiddetinin kendisi emek değil miydi? Burada emeğin de kendi imkânsızlığı ortaya çıkıyor. Zira “n’oluyo ya” karmaşasından “ben ne yapıyorum ya” sorusuna geçiş, artık ancak emeğin içinde kurulabilir. Yani emeğe içkindir. Gelgelelim, Marx’ın kullandığı emek, yani “Arbeit” kavramı, çevirisi zor ve içeriği muğlak bir kavramdır. Marx, Alman İdeolojisi eserinde genelde etkinlik veya faaliyet kavramlarını kullanırken, giderek daha çok “Arbeit,” der. Arbeit, çalışma, emek, iş olabilir. Aslında Nazilerin toplama kampı üzerindeki “Arbeit macht Frei” (Emek, iş, çalışmak Özgür kılar/yapar/eder) ifadesindeki “macht” büyük harflerle yazıldığında “Macht,” yani kudret ve iktidar anlamına gelir. “Emek/iş/çalışma, iktidar, özgür” desek garip olur, ama bu garip ifade bize bir eşitlik denklemi sunar.

Canlı emek, emeğin mecrasından çıkan candır, yani kapitalizmin insan etkinliğine verdiği anlamın, anlama yetmez hale gelişidir. İktidar ve özne meselesidir. Haddini aşmaktır. Emeğin can ile özdeş olmayışıdır, şeyler arasındaki ilişkinin insanlar arasındaki ilişki olarak ifşa olduğu andır. Beziehung’un Verhältnis olarak okunma olasılığıdır. Anlamın meta kapsamında ötelenişinin akamete uğramasıdır.

Eleştirilmesi gereken çerçevesi bir yana, bu yüzden Lukacs’ın tarihi çağırması, sınıf bilincini bir tarih bilinci olarak formüle etmesi önemli bir yaklaşımdır. Burada bir perspektif değişikliği önerilmektedir. Zira, Lenin’de olduğu gibi aslında kapitalizmden çıkış bir tarih okuma faaliyeti, kapitalizmin imkansızlığından doğru okunuşudur. Burada sınıf kendisini yadsır. Bunun için ise tekil direnişler bütünlüklü bir tarih anlatısına yerleştirilmeli, anlamlandırılmalıdır. Bunu “dışarıdan” getiren ise Lenin’de partidir, entelektüellerdir, kadrodur. Benjamin’e çok benzer bir mesihçilik vardır burada. Ancak, meseleye somut tarih düzleminde baktığımızda, son iki yüzyılın tüm büyük devrimleri kapitalizmin müzakereye açıldığı dönemlere denk gelir. Burada işçi sınıfı devrimleri değil, işçi olmaya karşı devrimler vardır. Bu ise somut bir deneyimle ilgilidir, zira işçileşenler işçi olmadıkları bir zamana geri dönüp bakarak oraya dair yaptıkları seçici bir anlamlandırma ile bugünü ve yarını okur. İllegal partilerin yasanın evrenselliğe teşebbüs ederek tahkim olmadığı yerlerde doğmuş olması, İspanya İç Savaşı esnasında paranın ve ulusun henüz oturmadığı ve oturup oturmayacağının da belli olmadığı bir anda bir süreliğine ortadan kaldırılabilmesi bundandır. 1968’lere gelindiğinde İtalya’da bölgeler arası eşitsizliği bir yana bırakırsak, Avrupa’daki devrimciler dahi enerjilerini periferideki direnişlerden almıştır. Ancak, periferide güzel ve ahenkli komünal yaşamlar yıkılmadı sadece; bu yaşamlar böyle tozpembe olmasa dahi, emperyalizmin şiddeti geçmişin bu şekilde kodlanarak bugüne ve geleceğe taşınması oldu. 1960’ların, 1970’lerin ve daha sonraki dönemin Grup Yorum veya benzeri muhalif (Kürt/Alevi) müzik gruplarını birazcık dinleyenler, bunların kentteki müzik stüdyolarından kıra baktığını anlayabilir. Dolayısıyla, canlı emek, emek ile canın özdeş olmadığı aralıkta, bir tarihsel momentte açığa çıkar:

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği anda; süreklilik koptuğunda, meta-para-meta ilişkisi deşifre olduğunda, sürdürülemediğinde. Yani, tüm bir iktidar dağılım ve düzenleme sistemi, istisnalarıyla birlikte kısır bir döngüyle arıza vermelidir. Araz olmalıdır, maraz olmalıdır, duygulanım olmalıdır. Buradaki “isteme” fiili önemlidir. Burada şimdiyi aşan bir arzu vardır. Ancak, bu öyle kolay değildir, bir konjonktür, yani rastlaşmaların belli bir biçimde bağlanması meselesidir. Zira, iç savaş toplumunda her yönetilen aynı zamanda yönetendir. Bu, ilişkilerin meta olduğu yerde tamda metanın ikili karakterinden dolayı şizofreniye kadar varır; iç savaş gerçek boyunduruk/tahakkümdür [subsumption]. (Gerçek ve biçimsel boyunduruk meselesi iç savaş için yapılandırıcıdır, zira nispi artı-değer, üretim, zaman ve yeğinlik gibi parametrelerin anlamlarını kaydırır.) Burada bir zamansallık meselesi vardır. “Eski” hangi zamanda “eski” olmaktan çıkar? Bu “eskisi gibi” ifadesinde eskiye bir nazire vardır, “gibi” kelimesi üzerinden bir nispet vardır. Bir karar anı vardır, yani istenç, yani irade, yani radde vardır. Dolayısıyla, canlı emek, emeğe candan bakılmasının mümkün olduğu bir kopuşta, bir deneyimde yatar. Bu ancak bir çıkış ile mümkündür. Çıkış, uzlet, yani exodus ruhani bir deneyimdir, mekânın ve zamanın anlam kaymasıdır. Can, ancak bir zaman ve mekân okumasında yeniden anlam bulupemek olmaktan çıkabilir. Ünlü bir tarihçi bu bakış için “köy çeşmesinden evrene uzanan bir anlatı,” der. Can, süregiden yaşam değil, kozmolojik zamandır. Bu yüzden bütün devrimci teoriler bir şekilde evren ile uğraşmak zorundadır; bunun için Apo’ya veya solun 2000’li yıllardan önceki (Alevilik dolayımlı) anlatılarına bakılabilir.

Bu ıraklık açısı deneyimi, yani bakılan noktanın kaymasıyla nesnenin değişmesi, ancak ve ancak kapitalizmin bir teşebbüs olarak imkânsızlığında, bütünlüğünün kopuşunda mümkün olabilir. Mesele sadece konum kayması değildir; zira kendi işinin patronu olmak isteyen, mahallede çabalayarak kabadayı olan da eskisi gibi olmak istemez. Buradaki mesele konum belirleyememektir,  ipin ucunu kaçırıp ipuçları keşfederek bir koordinat sistemi icat etmektir. Dolayısıyla, can, daima bir tarihsel andır, bir tarih kurma anıdır.

Otonomistlerin büyük bir kısmı, bu anlam, olanaklar ve ideolojik mecraların özerkliğe, komünizme kapı araladığında her nedense pek aldırış etmeyip, daha steril bir iktidar/direniş düzleminden bakıyor; tikel ve evrensel meselesine yaklaşımları sıkıntılıdır, emek konusunda (işçici/“emek eksenli”) sosyalistlerle aynı noktaya düşerlerken, ezilenciler/halkçılar ile benzer bir iktidar anlayışına sahipler; tarih kavramıyla sıkıntılılar. Bireyine kadar eleştirseler de öz-örgütlenme dendiğinde, somutta, ennihayetinde bireylerin yan yana geldiği bir durumdan bahsediyorlar. Oysa bu, “bireylerin” temiz rastlaşmalarıyla değil, insanı o haliyle yerle bir edip toparlayacak bir şiddet eylemiyle mümkündür; karşıtlaşmalarla mümkündür; burada şiddet en geniş anlamıyla ıraklık açısı deneyiminin koordinat sistemini komünist hipotez doğrultusunda kurar. İşçi sınıfı, halk, ezilenler ve çokluk kavramları, iktidar ile öznesi/tebaası arasında kesin bir ayrım koymakta. Oysa meta, tek tanrılı dinlerin kodlama formatını benimsemiştir; ister Protestan ahlakı ister Yahudilik veya diğer tek tanrılı dinler olsun, tarih onları haklı çıkarmıştır, haklı olmaları tarihlerindendir; onlar da meta gibi tikel ile evrensel arasındaki ilişkiyi iç ve dış ayrımıyla öznelleştirir. Yaradan; yaratandan, yaratılandan dolayı sevilir; ama önce “yaratma” tanımlanmalıdır. Bu yüzden sömürgecilerin, mülkiyeyle, emekle, tek tanrılı dinle gelmiş olması manidardır. Her tür yaratıcı faaliyet emek olur, emek yaradandır, Allah’tır. Bu yüzden Anti-Kapitalist Müslüman Gençler ve İhsan Eliaçık sosyalistlerle gayet iyi anlaşır! Mazlumlar, ezilenler, halk ve çokluk sanki kendi içlerinde çatışmalı bir halde değilmişler gibi bir intiba uyanır. Oysa evrensellik bir iç savaş düzlemidir. Ezilen ezen olur: Hangi ilişkiden bakıldığında bağlı olarak tabii. En nihayetinde kağıtsız göçmen veya enformel işçi, “halkımız,” işçi sınıfı, gider evde eşi tarafından dövülür veya eşini döver, eşi onun kuyusunu kazar, ikisi de başka kadınlara “orospu” diye söver, başkalarına “ibne” der. Bugün komünist bir irade konamamasının düşünsel sebebi, iç savaş kelimesindeki “iç”in nasıl bir iş gördüğüyle ilgilidir. Bu, daha sonraki bir tartışma başlığıdır.

Can, direniş değildir, mücadele de değildir. Can, zaman ve mekânın içe bükülüp patladığı, ileri geri bir dejavu anıdır, bir depreşmedir. Emeğin içinden hayatı sorgulamaktır, özne kuran bir şiddet eylemidir, olaydır. Ancak, can, fabrikanın veya süre giden iş hayatının içinden açıklanamaz. Elbette, buralarda yerel grevler, ayak diremeler ve üstlere sövgü vardır. Ancak, mobbing, performans, iş hayatındaki kariyer istekleri, insanın kendi patronu olma isteği günümüz yazınında yere göğe sığdırılamayan “direnişlerden” sayılabilir. Bunlar tam da iç savaşta pozisyon kapma stratejileridir. Can, mevcut bulunmak ile dünya üzerinde, oralarda bir yerlerde var olmak [Dasein] ile ilgili bir yarılma anıdır, insan etkinliğinin emek olmak zorunda olmadığı, canının karın doyurmaktan ve endüstriyel haz ekonomilerinden ibaret olamayacağına dair “hayat çok boş” lafzının üzerine gidilmesidir. “İşler güçler” ifadesindeki gücün işle uyuşmaz olduğunun idrakidir, Einsicht’tir, iç yüzünü görmektir. Yaşamakta olmanın süregiden zamansallığının kopuşudur, batıldır. Üretici güçler ile üretim ilişkilerinin çelişkisi değil, ilişkilerin üretmeyi bırakıp kendilerini yıkarak yaratmaya başladıkları, güç oldukları, gücün ilişki kurduğu antagonizmanın kuruluşudur, teşekkül oluşudur. Burjuva toplumunun ortadan kalkışı olan proletaryanın komünizmin tesisi içerisinde yadsınışıdır.

Bu yüzden Deniz Gezmiş veya devrimci herhangi bir figürün afişinin üzerine “iş, ekmek, özgürlük” veya “parasız, bilimsel, anadilde eğitim” yazmak bize can versin diye ruhları çağırırmış gibi görünürken, ölü olana insanı peşkeş çekmektir, ölü emeğe, soyut emeğe, emeğe çağrıdır. Can meselesi, gündelik iş akışının deneyimiyle sürdürülmezliğinin rastlaşması sayesinde ancak mümkün olabilir; kapitalizmin bir teşebbüs olmasından kaynaklı, toplumun eşitsiz olduğu için birleşik hale gelen farklarından, özdeş görünmeme hallerinden kaynaklanır. “Ben ne yapıyorum ya?” sorusu ancak hariçten gazel okunmasıyla “Nasıl yaşamalı?” sorusuna dönüşebilir; daha doğrusu, bu soruyu depreştirebilir. Psikiyatrinin endüstriyel bir hizmet sektörü haline gelmesi, kişisel gelişim, kuantum bilmemnesi paçavralarının yaygınlığına şaşmamalı, ayak takımının da futbolu ve dizileri var işte. Meta hakikattir.

Bu yüzden kapitalizmin gündelik ameleliği anlamlandırmadaki gerilimine dikkat etmek gerek. Bir yanda Türkçedeki “Neyle iştigal ediyorsunuz” sorusundaki “iştigal” ve “meşgale” var; bunun İngilizcesi occupation Almancası ise Beschäftigung’tur. Bunlar, yapılan işi bir meşgul olma, işgal edilmiş olma haliyle ifade eder. Öte yandan İngilizcede vocation ve Almancada Beruf olarak ifade edilen mesleki faaliyet kelimeleri vardır; Protestan ahlakına yakışır bir biçimde bu çağrılmış olma, alın yazısı misali bir şeye adanmış hale getirilmiş olmayı ifade eder.

Can, Beruf (çağrı) ile Beschäftigung (meşgale) arasındaki gerilimde ortaya çıkar: İnsanın bir şey yapması için ona anlam vermesi icap eder, eğer bununla sadece karın doyuruyorsa buna daha anlamlı bir kılıf uydurmalı, ayak işleri yaparken “reyon sorumlusu” olup “ben olmasam burası çalışmaz” deyip bu meseleyi bir süre idare etmeli ve evine gittiğinde “büyük aşk hikâyeleri ve delikanlılık öyküleri” üzerinden anlam sorununu ötelemeli, futbol takımı tutmalı. Ama bu da sadece bir öteleme hamlesidir. Bunun imkânsızlığında aslında kendisine yöneltilmiş, iç savaşın başka bir mevziisine geçtiği başkalarına dönük fiili/manevi şiddet eylemine girişmelidir. Ne yapsa etse hayatının büyük bir zamanını alan “işler güçler” ve mide etrafında dönen iç savaşın biyo-politikası Berufung olmayacak, bir meşgale olacaktır. AKP ve cemaatlerin çalışma şevkini anlamak için bu insan etkinliğinin anlamları deşifre edebilir. Occupation ve Beschäftigung kelimelerinin aynı zamanda istihdam anlamına gelmesi de manidardır. Zira meşgalenin, yani canın işgalinin devlet düzeyinde bir sorun haline getirilmesi, yani istihdam ve işsizlik sorunun adeta uluslararası bir güvenlik sorunuymuş gibi ele alınışının, sağ ile solun en mutabık olduğu nokta olması düşündürücüdür. Üretken olma paradigması meşgul olmakla örtüşür. Sahi, Ogün Samast da 1400’lerde zorla Müslümanlaştırılmış, işsiz hergele gençler kenti Trabzon’dan çıkmamış mıydı?

Ama Ogün, Berufung’unu Beschäftigung’ta bulmadı! Keşke ona iş bulsaymışız. Bugüne kadar elle tutulur grevlere ve işçi eylemlerine baktığımızda da iki somut mesele ortaya çıkıyor: Ya çok ciddi bir çıkar meselesi vardır, sonuna kadar eyleme geçilmez, artık yapılacak bir şey kalmadığında kontrollü bir ürkütme yapılır ya da grevi yapan işçi ve sendikacılar işçi olmadan evvel ve ötesinde zaten muhaliftir! İlki biyo-politikanın paradigması içindedir, diğeri biyo-politik müzakerenin ateşini, anlam sorunundan devşirmiş olanlardan alır. İlkinde pay kapmaca vardır ikincisinde “bize bunu yapmak kimsenin haddine düşmez, bu haksızlıktır” diye koskoca bir anlamlandırma evreni vardır; tabii sadece suyun başını tutan birkaç solcu işçi ve sendikacı için. Sonuncular, sınıf bilinçli değildir, bir yaşam yoluna dair dertlere sahiptir; “küçük burjuva” devrimci figürler onlara sendika toplantılarından daha fazla enerji verir; bu figürler onlara hadlerini aşmaları için had bildirir ama yine sınıf bilinci lügatinden konuşurlar. Ancak, bir şeye “haksızlık” veya “sömürü” demek için hak ve hakkaniyete dair bir anlayışa sahip olmak gerek. Bu da bir etik meselesidir, çalışma hayatını aşan, insanların nasıl davranması veya davranmaması gerektiğine dair önermelerdir.

Bu noktada yine otonomistlere dönmek gerek; zira tam da “işçi otonomisi” veya “otonomi” dedikleri şeyi iç savaştan azade ele aldıkları için bu direnişlerin içindeki çatışmaları görmezler; kaç işçi toplantısında, kaç mahalle toplantısında kaç katakulli döndüğünü görmek işlerine gelmez. TEKEL işçileri ufak gruplar halinde bir şeyler yaptığında gaz vererek gaz alan Tek-Gıda-İş, okumuş-yazmış otonomistlerden daha uyanıktır. Sakarya Caddesi’nde olup bitenlerin sığ tahlilleri, solun ibret vesikasıdır.

Deniz Gezmiş’in resmine “iş, ekmek, özgürlük” yazanlar tabii ki korporatist devletin yereli kontrol etme aygıtı olan Türk-İş’e bağlı Tek-Gıda-İş ile kanka olmakta beis görmeyecektir, geri kalan sol ise “sarı sendikacılık” teraneleriyle tüm sığlığını ortaya dökerek süreci geçiştirecektir. Sözde ilk birikimin asli birikim olarak okunması, bir sermaye Verhältnis’i, sermayenin aslı ve esası olarak deşifre edilmesi, metanın bir Beziehung olarak görülmesi bir metodoloji kurma ve sürekli bakış açılarını değiştirme, ıraklık açısının koordinat sistemini formüle etme eylemidir, bir yaklaşımdır. Ancak, tam da bunun yapılmasını gerekli kılan durum, kapitalizmin bir şifreleme, bir işaretleme sistemi, bir gramer olmuş olduğunu gösterir. Esası asli birikim olan meta, anlam sistemi olarak aynı zamanda bir tarih okuma eylemidir. “Aynı zamandadır” çünkü zamanı “aynı” kavrar, bir silsile olarak ele alır. Bu, kapitalizmin bir tarih yöntemi önerdiği anlamına gelir. Bir hakikat olarak meta hegemoniktir, bakış açılarını birer fark olarak aynı düzlem üzerinde seyrettirir. Dört boyutlu animasyonların ve üç boyutlu modellemelerin yapıldığı bir bilgisayar programının evreni gibidir. X, Y, Z metada kavuşur, sıfır noktasıdır, ona nispet ile mesafeler ölçülür. Dolayısıyla, Gramsci’nin tartışması burada anlamlıdır. Hegemonya, tam da böylesine bir ilişkidir. Asli birikimden baktığımızda cebir ve rıza iki ayrı kategori değil, toplumsaldan kopulmamasını sağlayan bir yörüngedir. Şiddet, sadece fiziki güç kullanımı değil bir perspektifler yelpazesinin dağılımıdır. Toplum, hegemoniktir. Bu yüzden kültür, tarih, edebiyat vs. alanları sadece birer endüstri olarak değil içerikleri itibariyle de, toplumun eşitsiz olduğu için birleşik gelişimde metaı paradigma kabul eden unsurlardır. Sivil toplum, şiddeti, fiziki boyutlarının da ötesinde yayarak asli birikimi demokratikleştirir. Burada, artık ancak bir meta olarak etkin kılınabildiği için emek gücünün sahibi, şizofren olmuş işçi (hür birey) ile daha büyük potansiyelleri örgütlemiş ve seferber etme kumarını oynayan kapitalist vardır. Ancak, bu demokratik asli birikimde “üretim araçları” ile bir ayrım söz konusu değildir; bu asli birikim “üretim aracı” kavramının içeriğine bir vurgu da yapar.

“Üretim araçları” potansiyel olarak meta ilişkisi içerisinde etkin kılınabilecek unsurların örgütlenip seferber edilme olanağıdır. Mevcut bulunanın, elde bulunanla değiştirilme imkânlarını örgütleme bağlamıdır; bu ikisinin anlam takasında bulunma müzakeresidir. Dolayısıyla, işçi ve kapitalist antagonist değil ihtilaflıdır. Meta ilişkisini paradigma olarak alan, bir egemen altında cereyan eden bir “varlık yokluk” meselesi söz konusudur. Hegemonya, bu iç savaş içerisindeki iç savaşların toplumsalı yok etmeyecek şekilde bir siyasa altında toplanması, değişen iktidar dengelerinin oyunlarını oynamasıdır. Sınıf, bu mevzilerin ve silahların dağılımını düzenleyen er meydanıdır. Emek gücünün sahibi şizofren işçi, kapitalisttir! Mübadele, bir iç savaş silsilesidir; zımni ittifaklar konfigürasyonudur. Haz olarak örgütlenmiş arzu mübadelesidir. Bunların hepsinin imkânsızlığını sürekli bertaraf etme girişimidir, bir teşebbüstür. Bu kadar çok aşk dizisinin çekilmesi herhalde bir tesadüf olmasa gerek, alıcısı var, tekabül ettiği bir öznellikler bağlamı var. Marx ile iç savaş meselesini bağdaştıramayanlara, rekabet ve arz/talep kavramları hatırlatılır; “emek gücü” bir meta ise herkes müstakbel birer kapitalisttir, gerçekleşmiş olsun olmasın şizofrenik sermaye sahibidir; pardigması “orospudur”.

Hegemonya kavramından, yani iç savaşın meta paradigmasıyla örgütlenmesinin bağlamından bakıldığında, yeniden üretim işçinin ertesi gün işe gelmesiyle ilgili bir mesele olmaktan çıkar. Önce veya sonra değildir. Yeniden üretim, kapitalizmin sürekliliğidir, zamansallığıdır ama bundan ibaret değildir. Yeniden üretim, meta ilişkisine katılımın müzakere edildiği alandır; kopma ihtimalinin devşirildiği bağlamdır. Yeniden üretim, meta ilişkisinin tarihsel ve haz düzlemindeki idamesidir; tarihsel biyo-politikadır: Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgili tartışma iyi takip edilmelidir! Burada iç savaştaki bir zımni ittifak blokunun devamlılıkla ilgili bir sorunu var; sürpriz olsun, bunun yüzeysel olarak “ceddimizin zevki sefasıyla” o kadar da ilgisi yok! Bu yüzden kapitalizmin tarihi okunacaksa, meseleye “iç” savaştan bakmak gerek.

Gramsci, boşuna mevzi savaşı ve cephe savaşından bahsetmemişti. At sırtındaki endüstriyel şövalye ormanda ne demişti: Tarih, hayal edenleri değil gerçekleştirenleri yazar –Ali Ağaoğlu. Tarih, yazılmak üzere gerçekleşmelidir. Bu, kapitalizmin diyalektik olarak zahir olduğunu çok güzel göstermiyor mu? AKP’ye isnat edilen Ali Ağaoğlu diyalektik ve tarihsel materyalizmi dile getiriyor; Benjamin, yıkıntıların üzerine yapılan inşaatları bize açıklar; asli birikimi ve akisli nispetler olan iç savaşı gösterir: “Bilindiği üzere, bir otomat varmış ve bu öyle kurgulanmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesine, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, geleneksel Türk giysileri kuşanmış, nargile içen bir kukla otururmuş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakılırsa bakılsın, masanın saydam göründüğü illüzyonu uyandırılırmış. Hakikatte masanın ardında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu aygıta karşılık gelen bir şey felsefede tahayyül edilebilir. ’Tarihsel maddecilik‘ diye adlandırılan kukla daima kazanmalıdır. Bugün bilindiği üzere ufak ve çirkin olup zaten kendisini göstermemesi gereken ilahiyatı hizmetine soktuğunda, rahatça herkesle başa çıkabilir.”

Marx, sözde ilk birikim için ilahiyattaki ilk günah dememiş miydi? Kapitalizm, anlam sorusunun etkisini, arzuyu, bir eksiklik ve haz bağlamında etkin kıldığı için zincirleme bir iç savaş alanı açar. Bu, potansiyel olma ihtimali olan unsurların kazanıldığı, bastırıldığı ve ele geçirilip örgütlendiği bir alandır. Verhältnis’ten doğan anlam sorunu, meta yapılı Beziehung olarak zahir olup soruluşu itibariyle bu fetişizm tarafından ziyadesiyle belirlenmiştir; soru, bireysel olarak sorulur; özel olarak icra edilir, kamusal ise bu savaşın zımni ve fiili ittifaklar düzlemidir. Anlam sorunu, sürekli ötelenir, ötelendiği her bağlamda soruluş biçimi değişir. Bu yüzden, “kadın sorunu,” “çevre/doğa sorunu,” “LGBT bireyler,” “emek sorunları,” “etnik sorunlar” vb. bir silsileyi yan yana koyan sol, bu sorunların ilişkisini sorgulamamakta: sanki bunlar olup bitiyor; en kötü durumda devlet veya patronlar suçludur, bazen de erkekler!

Ancak, temenninin ötesinde bu pozisyonların ilişkisinde bir sorun vardır: Sol için ezme-ezilme ilişkileri ötelenebilir, ezilen ezen değildir; olsa dahi onunla sadece mağduriyeti nispetinde ilişkilenmek gerek. Bu konumların ilişkilenişi sol için matematiksel olarak bir artı (+) işaretiyle ifade edilebilir; sol, bunları tek yönlü basit birer Beziehung olarak kabul edip asla bunların Verhältnis’lerini tahlil etmez. Dolayısıyla, ancak ve ancak devlete veya patronlara çemkirir. Oysa, bundan yıllar önce RAF, Alman faşizminin devamlılığını tartışırken şunu görmüştü: Faşizm, Alman halkının halk olarak örgütlenmiş halidir; gündelik hayat faşizmdir. Bugün metaların rengârenk olmasında NSDAP iktidarı altında insanların zorla çalıştırıldığı, boya üreticisi de olan kimya devi IG Farben’in payının büyük olması şaşırtıcı olmasa gerek. Oysa, Goethe’nin çağında canlı renkler yabandı, yabancı olanındı; kapitalizmin en demokratik dönemi olan solgun faşizm, renkleri şen şakrak kıldı! Hobbes’un gayet açık bir biçimde ifade ettiği gibi, insan insanın kurdudur! Herkesin herkese karşı savaşı tam da bir mübadeledir. Bu, İç savaş kelimesini ifade etmek için Almancada Bürgerkrieg, yani vatandaşlar savaşı ve İngilizcede civil war, yani sivil veya medeni savaş dendiğinde daha aşikâr olur. Vatandaşlık, medeniyet bir savaştır. Biz buna asli birikimin zaruri olarak demokratik ifası, yani meta demeliyiz. İç savaş, metanın şizofrenik öznellikler düzlemi ve mübadele bağlamıdır. İç savaş, kendi kendisini varsayan metanın ön koşuldur, ön konumlanıştır.

Asli birikim tarihteki somut çatışmalar üzerinden ele alındığında bu aşikâr olur; Hobbes, Marx’ı önceler. Mübadele, canın anlam sorusu emek dâhilinde asla cevaplanamayacağı için onun ötelendiği silsiledir. Öğrenci öğretmeni bıçaklar, Eğitim-Sen karşı çıkar, hasta yakınları doktor bıçaklar hekimler karşı çıkar, LGBT birey toplumun nispetinde pespayedir, kadın erkeğin nispetinde işlevsel olmalıdır; kadın tarihsel intikamını gündelik olarak alma peşindedir, sinsidir; ikisi de kapitalist iş hayatının paradigması olan kerhanedeki formel boyunduruk altındaki emekçilerin düşmanıdır, hatta biri müşterisidir; çevre kimsenin umurunda değildir; devlet tüm bunları düzenleyen terör estirerek nötr olan egemendir; gerekirse özerklik eğilimlerini yönlendirmeye, iç savaşın düzlemini ve cephelerini belirlemeye çalışır ve kendisi bunlar tarafından ziyadesiyle belirlenir.

Kapitalizm, metadır, mülkiyedir; kem gözlerin hükümranlığıdır; ona nazar değmesin! Nazar, Meta-fiziktir, metanın fiziğidir, metafiziktir. Buradan bakıldığında Lukacs’ın dedikleri ile Benjamin’in tarihe dair söyledikleri çakıştırılabilir: Tren raydan çıkmalıdır. Lukacs için makinist gaza basmalıdır, Benjamin için raylar patlatılmalıdır. Yine Marx’a bakmak isteyen olursa, Proletarya dendiğinde genelde akla işçi sınıfı gelse de, Marx, kendi kendisini ortadan kaldıran ve bürgerliche Gesellschaft’ın

yadsınması olan bir süreçten bahsetmektedir. Bunun işçi sınıfının tam da böylesine bir ıraklık açısı deneyiminden geçtiği “erken” bir döneme denk gelmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Dolayısıyla proletarya bir toplumsal pozisyon veya sınıf değil, burjuva toplumun çözülüş fonksiyonudur. Bunu basit ve tek yönlü düşünen sol, “işçi” olmayan ile teorik olarak başa çıkamayıp hegemonya siyasetine sarılıyor. Proletarya, sınıf değil sınıfsallığın çözülüşüdür. Proletarya, kapitalizmin menfiliği, komünizm müspetidir. Bu denklem tek değişkenli değildir; karmaşık bir fonksiyondur.

Yani değişkenler lehine tek tek çözülmesi gerekir. Yani değişkenlerin çarpıştırılması, denklemlerin her bir değişken cinsinden çözülerek ilerlenmesidir, ancak tüm bu süreçte denklem de sabit kalmaz; “çözülür,” dağılır, parçalanır. Bu yüzden günümüzde pek bir havalı olarak kabul edilen ve Gramsci’nin daha fazla okunmasını sağlayan “sivil toplum” kavramını düşünürken “genç” Marx’ı hatırlamak gerek; mesele savaşı olduğu gibi kabul etmek, er meydanını, ringi kabul etmek değildir, savaşın hem seyrini hem de konumlanışlarını koparmaktır: Proletarya kendisini ortadan kaldırarak bürgerliche Gesellschaft’ın yadsınmasıdır. Almanca ve İngilizcede çıkarı, ilgiyi, meramı ifade eden kelime Latincedeki interesse kelimesinden gelir. Bu kelime arada olan demektir, yani bir nevi bağlaçtır, bağlamdır. Marx’ın Türkçede sık sık “içerip aşmak” olarak kullanılan, kelime anlamıyla yukarı kaldırmak anlamına gelen aufheben kavramını proletaryanın kendisi için sınıf olması, yani sınıflılığı aşması için kullandığı vakidir. Yani, proletarya ortaya çıkışında kendi kendisinin ortadan kalkışıdır, kendi kendisine nispet edişidir. Dolayısıyla, vatandaşlar toplumunun yadsınmasıdır. Ancak burada, vatandaşlar toplumunun yadsınışı vatandaşlığın esası olan çıkar olamaz. Zira çıkar, biyo-politik haz mübadelesinin dilidir; iç savaşın silahı ve cana musallat olan genişleyen amacıdır. Bu anlamıyla proletarya, ortaya çıkışında ortadan kalkması için arada bir şey olmalıdır. Bu haz mübadelesi değil arzu hali, arzuhal olabilir; ayan, beyan olmalıdır. Bu, ancak, çıkar değil meram ve ilgi olabilir; bu başka bir bağlanma, bağlam ve bağlaç demektir. Beziehung’u Verhältnis görmektir; atfı nazire olarak deşifre etme anında nazar olmaktır. Perspektif değişikliğinin ilişki kurarak vuku bulmasıdır, cereyan ediştir. Yani proletarya bir nazireden çıkan nazardır. Dolayısıyla, proletarya, tek bir özne değil bir ilişkidir. Menfaatin menfi oluşu, nispetin müspet oluşudur. Kıssadan hissesi: İç savaşta bir cephe açmak değil iç savaşı yarmaktır; yeni bir cephe açmak değil savaşa içten savaş açmaktır. Bu açıdan bakıldığında deneyime dayalıdır, bakışımdır. Herkesin herkesin kurdu olduğu yerde bu savaşı çapraz kesip had bildirmek ve had aşmaktır, raddeye varmaktır. Bir örgü ve kurgudur, ilişki kurmaktır; komünizmi etkin hayatın hareketi olarak görmektir; satranç tahtasına bakıp “ben bu oyunu bozarım ülen,” demek üzere aynaları kullanmaktır. Buradan bakıldığında “dışarıdan bilinç” yani hariçten gazel okuma, yani tarih meselesi yine cari olur. Bu konuda şüpheleri olanların Alman İdeolojisi’nin tam metin olarak bir daha çevrilmesinde ısrar etmeleri icap eder: Komünizm bizim için tesis edilmesi [imal edilmesi] gereken bir vaziyet, gerçekliğin ona bakarak kendisine çeki düzen vermesini gerektiren [gerektirecek] bir ideal değildir. Biz, şimdiki vaziyeti ortadan kaldıran gerçek [etkin] harekete komünizm deriz. Ayrıca, salt işçi olanlardan oluşan kitle, kitlesel olarak sermaye veya herhangi bir dar kafalı tatminden koparılmış işçi kuvveti ve bu yüzden artık geçici bir zaman müddetini kapsamayan, bizzat bu emeğin/işin/çalışmanın kaybı, rekabet sayesinde sağlama alınmış bir yaşam kaynağı olarak dünya pazarını varsayar. Yani, proletarya sadece dünya tarihsel olarak var olabilir, tıpkı komünizmin, yani eyleminin, başlı başına sadece “dünya tarihsel” bir varoluş olarak mevcut bulunabilmesi gibi; yani, bu, bireylerin dünya tarihsel var oluşu; dolaysızca/hemen dünya tarihiyle bağıntılı bireylerin var oluşudur.

Dünya ile tarihin alaşımı kozmolojik zamandır; uzay-zamandır. Canı çağıran anlam sorusu, soruluşunu bir yitimden, bitmiş olan ile şimdi sürdürülemeyenden alabilir; on binlerce yılın etkilerini, bir Verhältnis bağlamını teşekkül ederek etkin kılmış kapitalizmin bir meta Beziehung’u olarak kendisini arz ettiğini deşifre etmek, ancak kapitalizmin ucu açık bir süreç olduğu bir zamanda mümkündü; farkın değil bambaşka olanın da dünyayı paylaştığı bir anda. Bu yüzden işçi-köylü ittifakı ve ulusal kurtuluş demokratik bir girişim olmuş oldu, bir hegemonya meselesi olmuş oldu. Gelgelelim, tartışmanın kendisi beyhude değildir. Farkın çoğul etkilerinin yarattığı marazlar, arazlar ve duygulanımlar tarihin akışından kopmak için seyrini değiştiriyor; cümleyi tersinden kuralım: Yönetilenler hangi zamanda “eskisi” gibi yönetilmek istemez? Mahir Çayan, Beziehung’un naziresini deşifre etmekten bahseder; yapılmış nispet, yapay nazire, atıflar düzlemi, meta, suni denge sarsılmalıdır, sahici olan Verhältnis’tir. Burada eski bir formülü hatırlamakta fayda var: “Sınıfları mevzilendirmek.” Bugün için, bu, sınıfsallığa karşı rastlaşmalar mevzilendirmek olarak okunabilir. Bu konuda ölüler bizi uyarmakta! Bu yüzden Lenin, Lukacs ve Benjamin’in sorunu bâkidir: Ruh, sırra kadem basanların aleminden cana nasıl çağrılır? Kim çağırır? Marx’ın sürekli “meta fetişizminin sırrı” veya “asli birikimin sırrı” deyip durması bize sırra erenlerin cemali hakkında sorular sordurtuyor.

“Can, direniş değildir, mücadele de değildir. Can, zaman ve mekânın içe bükülüp patladığı, ileri geri bir dejavu anıdır, bir depreşmedir. Emeğin içinden hayatı sorgulamaktır, özne kuran bir şiddet eylemidir, olaydır. Ancak, can, fabrikanın veya süre giden iş hayatının içinden açıklanamaz. Elbette, buralarda yerel grevler, ayak diremeler ve üstlere sövgü vardır. Ancak, mobbing, performans, iş hayatındaki kariyer istekleri, insanın kendi patronu olma isteği günümüz yazınında yere göğe sığdırılamayan “direnişlerden” sayılabilir. Bunlar tam da iç savaşta pozisyon kapma stratejileridir. Can, mevcut bulunmak ile dünya üzerinde, oralarda bir yerlerde var olmak [Dasein] ile ilgili bir yarılma anıdır, insan etkinliğinin emek olmak zorunda olmadığı, canının karın doyurmaktan ve endüstriyel haz ekonomilerinden ibaret olamayacağına dair “hayat çok boş” lafzının üzerine gidilmesidir. “İşler güçler” ifadesindeki gücün işle uyuşmaz olduğunun idrakidir, Einsicht’tir, iç yüzünü görmektir. “