Tarih “Aşırı Entellektüel” Bir Sorun mu dur?

Makaleleri

Nejat Ağırnaslı

Yüz elli yılı aşkın bir süre boyunca kapitalizm kavramı ciddi bir tartışma zemini sundu. Burada sıkıntı yaratan mesele kapitalizm kavramının nasıl ele alınması gerektiği, “üretim alanı” olmadığı düşünülen toplumsal düzlemlerle nasıl bir ilişkiye sahip olduğu ve en önemlisi kapitalist addedilmeyen “üretim tarzları” ile nasıl belli coğrafi sınırlarla ama “aynı toplum” içerisinde var olduğuydu. Son nokta aslında kapitalizmin nasıl oluştuğu meselesini, yani “geçiş” sorunu da kapsamaktaydı. Farklı tarih okumaları bu tartışmalara eşlik etti. Örneğin, bir Narodnik olan Vera Zasuliç, Marx’a yazdığı bir mektupta, Rusya bağlamında kapitalizme geçiş olmaksızın doğrudan komünalist temelde örgütlenmiş bir topluma geçilip geçilemeyeceğini sorguluyordu; elbette aklında, serfliğin kaldırılmasından sonra köylülerin Mir adlı kolektif toprak örgütlenmesi vardı. Marx için de Lenin için de kapitalist olmayan toplumlar ve köylülük meseleleri hem kuramsal hem de programatik düzeyde ciddi bir tartışma konusu oldu. İşçi-Köylü ittifakı, emperyalizm ve zayıf halka teorisi gibi yaklaşımlar bu tartışmanın meyveleri addedilebilir. Hakeza, Rosa Lüksemburg kapitalizmin kendisini yeniden üretebilmesi için kapitalist olmayan toplumlara gereksinim duyduğunu belirtmişti. Mao, belki de bu kapsamda “başat çelişki” ve “tali çelişki,” anti-emperyalist halk savaşı, ittifaklar politikası, yeni demokrasi vb. Kavramsallaştırmalara gitti. Lenin ve Mao’da sorun, kapitalizmi yıkıma götürmesi gerektiği düşünülen öznenin siyasal alanı kuran ve yıkan yegâne öznellik olmaması, başka “sınıfların” varlığı ve onlarla nasıl ilişkileneceği meselesiydi. Bu sorun daha da ileri gidiyor, Rosa’da Sosyal-Demokrat Parti’yi mümkün kılan politik alanın şekillenişine, işçi aristokrasisinin oluşumuna dair bir sorun halini alıyordu. Alman işçi sınıfı emperyalizmin ganimetlerinden nemalandırılarak mass edilmiş, aristokratlaşmıştı. Öyle ki, Sosyal-Demokrat Parti aslında bir “burjuva demokratik devrime” yol açmış, ama mesele orada kalmıştı. Sosyal demokrasinin bu zaferi ile Almanya’nın dünya savaşındaki yenilgisi çağdaştı. Gramsci için sorun daha da ivedilik kazanır; Güney İtalya’daki kırsal düzen, ülkenin (belki Troçki’nin meseleye getirdiği boyutlarla) “eşitsiz ve birleşik” gelişimi, bizzat İtalya’nın ulus olma süreci bir sorun arz eder. Gramsci, ülkedeki toplumsalın şekillenişini, işin Fordizm altındaki örgütlenmesini, Güney Sorununu karmaşık bir bütün olarak okumaya yeltenir ve burada elbette tüm bu unsurları bir arada tutan ulus olma haline bakar. Bu sorun onu, kültürel, siyasal, ekonomik addedilmiş alanları bütünlüklü bir örgütlenme içerisinde görmeye götürür. Bunların bir aradalık hali, müzakereye açık bütünlüğü, yani telaffuzu, yani ülfeti, hegemonya kavramının gelişimine yol açar. Gramsci’yi asıl düşündürtecek saik, eski yoldaşı Mussolini’nin faşist partisinin başarısı olacaktır. Faşizm karşısında tüm “komünist” hareket afallar. Önce sosyal demokrasiye karşı kesinkes karşıt bir tutum, sonra “halk cephesi” olarak adlandırılacak politika gelişir. Bu, günümüze kadar süren bir yaklaşım olarak şu veya bu biçimde devam etmekte. Zira, tıpkı vatandaşlığın bugünkü açılımları gibi, bu politika da demokrasi denilen kavrama bugünkü yapısını veren tarihteki “mücadelelerden” biri olarak görülmelidir. Sovyetler Birliği’nin kuruluşu ve Komintern’in kuruluşuna giden süreç, sadece sosyal demokrasiyi kurumsal düzlemde fersah fersah aşan bir katılık değildir; yalnız “aşırı sol” kimi yapıların ortaya çıkmasına yol açmamış (Lenin’in “çocukluk hastalığı” dediği ergen tribi) aynı zamanda adım adım faşizme gidilirken Frankfurt Okulu’nu ortaya çıkarmıştır. “Aşırı entelektüel” bu akım, halk cephesi politikalarından farklı olarak, faşizmi kapitalizme hatta medeniyete içkin bir mesele olarak okumaya çalışmıştır. (Türkiye’nin 1978’inin taşra deneyimi merak ediliyorsa Aile ve Otorite iç açıcı olabilir). Ancak, bu analiz ve itirazlar analitik düzlemi asla aşamaz, 1968’in günümüzde içerilmiş anti-otoriterliğine ilham verir.

Faşizmin zaferi, daha sonraları Avrupa Komünizmi formülasyonuna kadar varacak bir “hegemonya” kavramı ile “barış içerisinde yan yana yaşamaya” varacak “halk cephesi” politikalarına yol açar. Buraya giden yolda belki hiçbir şey liberter komünist CNT/FAI savaşçılarının ve kısmen de POUM’un İspanya’da “Komünist Parti” ve cumhuriyetçilerle olan girift ve çatışmaya varacak ilişkisi kadar öğretici değildir. Üstelik burada, ne ulus devlet ne para ne de kapitalizmin varlığı garanti altındadır; Avrupa’nın en namlı sömürgecilerinden biri olan bu ülkenin içi, bir olasılıklar düzlemidir. Birinci Enternasyonal’in İtalyanca konuşan, İspanyolca bilmeyen anarşist bir militanının işçilerle çat pat konuşmasıyla başlayıp devrimi ötelemeyen bir dinamiğe kavuşan CNT/FAI, işçi köylü ittifakını bir “çıkar” değil proleter bir örgütlenme meselesi olarak ele almıştır. Ancak, CNT/FAI belki de bütünlüklü bir strateji geliştiremediğinden ötürü yenilgiye yazgılanmıştır. Tiril tiril silahları olan Komünist Parti’nin direktifindeki “Halk Ordusu” karşısında ve onunla kesişirken, bir türlü işlerin yaver gitmediği bir ortamda, militanların ellerinde patlayan “FAI bombaları,” doğru düzgün çalışmayan silahlar, kötü nişancılar, el yapımı “panzerler” ile işçileşmeye direnen proleterin el emeği göz nurunu, amatörlüğünü sergilemiştir. Hem Komünist Parti ve cumhuriyetçilere hem de Franco’ya yenik düşmüştür. Yenilgisi, Franco ile Cumhuriyetçileri (Komünist parti dâhil olmak üzere) eşitleyen bir işlemdir. Darısı, bugünkü kurumsal, profesyonel gerillaların başına! Darısı, yazılı hukuku ve anayasa kavramını sorgulamayan, nasıl anayasa yazarız diyen Nepal ve dünyanın dört bir yanındaki direnişçilere, Allah kurtarsın!

Faşizmin zaferi karşısında afallayanlardan biri de Walter Benjamin olacaktı. Şu anda Radikal gazetesi yazar ve okur şürekâsının “mız mız ağıtçılarının” ve işi gücü olmayıp saçma sapan şeyler yazmaktan sosyal veya ekonomik olarak geçinenlerin alıntıladığı “ben hikâye anlatıcısıyım/toplayıcısıyım” söyleminin ötesinde, Benjamin ilginç bir açılım getirir: Belki de Frankfurt Okulu’nda Marcuse ile Lukacs’ın yanı sıra komünist bir praksise en fazla kapı aralayanlardandır. Bu okulun diğer temsilcilerinden farklı olarak ilham vermekle kalmaz, saik verirler. Lukacs’tan başlamak gerekirse: Yukarıda değinilmiş telaffuz sorunu tıpkı Lenin’deki gibi onda da mevcuttur. İşçiler lokal olarak gürültü patırtı kopartabilir ama nasıl olacak da “tarihsel görevlerini” sırtlanacaklar? Bunun için bir tarih kavramı gerekecektir, bilinç gerekecektir. İşçiler, kendi başlarında ( an sich olmaktan çıkıp kendileri için sınıf olmalıdır). Ancak, bu işlemin dinamiğini kendi içlerinden üretemezler. Bu, ancak bir tarih kavramına varmış entelektüellerin ona hem düşünsel düzlemde hem de deneyimler ışığında işaret etmeleri gereken bir kavramdır. Bugün, anti-otoriter tınılarla fiilen demokratlığı öğütleyen “dışarıdan bilinç” eleştirileri bu meseleyi hafife almaktadır. Zira mesele bir niyet meselesinin ötesinde bir sorundur. Narodnikler, tekil somut şimdilik deneyimi ile hedeflenen toplumsal örgütlenme ve evrenselleştirici tarih anlatısı arasındaki bu açı farkından dolayı, yıllarca birbirleriyle “ajitasyon mu propaganda mı” meselesini tartışmıştır. Bu tartışma onları hem demokratlığa hem de ekonomizme aynı düzlemde götürmüştür. Bugünkü, “anti-kapitalistlerin” ciddi bir kısmının sorunu da şimdiyi aşırı politize ederek politikayı ekonomize etmeleridir. İçkinlikten dem vurmak bir tarih kavramına varmadan zordur; bu yüzden somut durumlarda anti-emperyalist ve anti-faşistler söylemsel düzlemde demokratlık yaparken, eylemsel düzeyde otonomistliğin imkânlarını açabiliyor; otonomistler bu meselelere demokratça bakıp pek de ses çıkarmıyor. Lenin, yeni tipte parti” kavramını geliştirmek suretiyle bu sıkıntıyı aşmaya yeltenir. Ancak, partinin kendisine dair bir sorgulama ve temel-lendirme yalnızca zaruretler düzleminde gerekçelendirilir ki Taktik Nisan Tezlerinde; Ne Yapmalı Devlet ve Devrim ’de sıkıntı olur. Arada “emperyalizmin” keşfi ve bir eylem gerekçesi olarak icadı vardır. Lenin, Sosyal Demokrasi’yi Narodnizm’in gözüyle okur; profesyonel devrimciler örgütünü icat eder, ayrışma pahasına ve ayrışmak için. Bu parti, toplumun “eşitsiz ve birleşik gelişiminde”, teoriyle pratiğin mütekabil olmadığı tarihin müstakbel olması uğruna kurulur; teorinin bozulmak pahasına hayattan aldığı intikamdır; ortodoksluktan kopuştur, bir oldurtma eylemidir; 1905’in arifesi ve hüsranın tefekkürüdür. Lukacs, bu meseleyi Alman felsefesinin içinden felsefi olarak gerekçelendirmek ister. Belki de Mahir’in suni dengesine benzer bir biçimde algı meselesiyle cebelleşir. Onun için de parti, evrensel tarih bilincinin tecessümüdür. Ancak, işçi sınıfının şimdiliği ile bu tarih anlatısı arasındaki açı farkı ancak Hegelyan bir çerçeveden açıklanabilecektir. Aynı dönemde Sosyal Demokrasi, Batı Avrupa’da zaten kurumsallaşmış ve profesyonelleşmiş, korporatist denebilecek bir işçi aristokrasisi ve siyasetçiler yapısına dönüşür. Ancak, toplumun süreksizliğine dair huzursuzluk, özellikle Spartaküs Ayaklanması’nın ardından bâkidir. Bismarck’ın “sosyalistler yasası” çıkarırken sosyal güvenlik yasalarını getirmesindeki hesap, belki de beklenmedik bir biçimde tutmuş olur. Lasalle Gotha Erfurth Programı’na galip gelmiştir. Sonunda bu parti, Kiliseyle birlikte Almanya’da sivil toplum ve vatandaşlığı inşa edecektir, bilindiği üzere savaşı destekleyecektir. Rosa Lüksemburg’un serzenişi de bu yüzdendir, Lenin’in devrimi kapitalizmin çeperinde, ulus devlet inşasına eklemlenecek anti-emperyalizmde araması bundandır. Almanya’da sivil toplumun en demokratik halini alacağı nokta, “kapitalizmi getiren Yahudi’ye,” pastoral imgelemle doğaya dönüşü ve halkçılığı “Völkisch tam da toplumun imkânsızlığında, devrimin yenilgisinde tadil ederek modernizmi üst noktaya taşıyıp Vestfalya Konsensüsü’nün zemini açacak olan faşizme bırakacaktır. Sosyal demokrasi ile kilisenin sivil toplumu, eşi benzeri görülmedik bir örgütlenmeye yol açacaktır. Sovyetler Birliği ve NSDAP demokrasinin timsali olacaktır; toplumsal ittifak, kaynaşmaya, demos’un kopuş ihtimalinden tadiline yol açacaktır. Prag Baharı ve RAF bunun marazı olacaktı. Tarih kavramını, toplumsal ittifakı, bilinci Almanya’ya NSDAP getirecektir. Sosyal demokrasi, komünist parti, Alman statükosunun devamlılığına oynarken NSDAP kopuşa oynadı. Spartaküs ayaklanması, Sosyal demokratların Alman devletinin tüm olanaklarını seferber etmesiyle boğulduktan sonra devrim yenilmiştir. Birinc Dünya Savaşı’ndaki Alman yenilgisi, halkın başka bir düzlemde yeniden kurulmasına, kopuş anında seferber olmasına yol açacaktır; hiçbir zaman olmadığı kadar kitleleri aktif birer aktör olarak seferber edecektir. Yenilgi sonrası Sosyal Demokrasi, Sovyetler Birliği’nin uzantısı komünistler, yıpranmış, inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Buradaki yenilgi anını incelemek, tarih kavramı açısından ilginç olabilir. Rosa’lar kendi örgütlerine “Spartaküs Birliği” demiştir. Sosyal demokrasiyle kopuş anında bu ismin konması manidardır. Burada artık Alman işçilerine değil, tarihsel bir başkaldırı simgesine referans verilir, zira tarih, öznesinden beklenen sonucu vermemiştir. Komünizm, metafizikleşir, somut şimdiliğin ve kesin bir yarının ötesinde bir menkıbeye dönüşür.

Elbette, Spartakistler işçi örgütlemeye çalışmış, ancak tarihe gafil avlanmışlardır. Sonrası, Komintern’in aşırı zikzaklarıdır. Ancak, faşizmin arifesinde Lukacs’tan epey farklı bir biçimde ve faşistlere benzeyen pastoral örgüyü andırır bir çağrışımlaBenjamin tarih kavramı üzerine düşünmeye başlar, bölük pörçük tezler yazar. Bugünkü “doğrusal tarih anlatısı” eleştirileri altında mutlak bir belirsizliği öğütleyenlere inat, Benjamin’in tarih kavramı hem kapitalist olan ile olmayanın telaffuzunu (bir “toplumsal formasyonda” birleşmelerini) hem de kapitalizme içkin bir itirazı formüle etmeye elverişlidir. Ona göre, ileri doğru bir tarihte gitmek ancak geriye bakılarak mümkündür. Fotoğraf estetiğinde olduğu gibi, kafa başka bir yere gövde başka bir yere bakmalıdır. Benjamin’e göre tarih, trenin rayında ilerlemesi değil raydan çıkmasıdır; heba olmuş tüm başkaldırılara ağıttır, onlardaki olasılıktır. Rosa Lüksemburg ve yoldaşlarının

Berlin’deki anıtında yazdığı gibi “ölüler bizi uyarır!”.