Suphi Nejat Agırnaslı
Hrant Dink katledildikten tam bir yıl sonra onbinler yine AGOS’a akın etti. Katılımcıların heterojenliği bir yana bırakılacak olursa bu sefer ÖDP ve onun siyasi yörüngesindeki unsurlara rağmen ısrarla “Katil Devlet Hesap Verecek!” sloganları bastırılamadı. Polis barikatı yarıldı ve Taksim, 1 Mayıs’tan sonra bir kez daha zaptedildi. Ancak bu eylem hem devletin cephesinden hem de toplumsal hareketin dinamizmi açısından son derece tartışılmaya değer olgulara işaret etti.
Hrant Dink’in katledildiği gün AGOS’un önü ve Taksim Meydanı belki o güne kadar pek alışılmamış derecede hızlı organize olan oldukça kitlesel bir tepkiye tanıklık etti; ardından yüzbinlerin katıldığı görkemli ama bir o kadar da hala tartışılması gereken cenaze töreni gerçekleşti, hava kısa süreliğine de olsa döndü, sokaklar Kemalizmin kurucu ögelerini sorgulayan bir toplumsal hareketin olasılıklarını ortaya koydu. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Hrant Dink’in kişiliği ve duruşundan bağımsız olarak belki Türkiye tarihinin çok uzun bir dönemini kapsayan bir hesaplaşma Hrant Dink üzerinden bir kez daha alevlendi, “Tarihle Yüzleşmek” küresel sermayenin yönelimleri doğrultusunda “dünü tartışarak” aslında yarını kurmanın bir aracı olarak işlevsel hale getirilmeye çalışıldı. Nitekim 12 Eylül’e bizzat destek vermiş olan sermaye odakları özellikle AB süreci ile birlikte var olan Kemalist söylemin ve onun üzerinden meşruiyetini pekiştiren askeri vesayet rejiminin siyasetteki hakimiyetini erozyona uğratmaya çalışmakta. Kemalist diktatörlüğün en azından bugünkü söylemsel bütünlüğü ve pratikleri sermayenin küresel dolaşımını ve onun beraberinde getirmiş olduğu algı, siyasi form/söylem ve idari yapılanma lehine yeniden düzenlenmeye çalışılıyor:
“Türkiye, fırsat penceresi ile önüne çıkan gelişme imkanını şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve demokrasi ögeleriyle desteklediği bir gelişme sürecine dönüştürebilir. Yapılması gereken, toplumun ‘yönetebilen idare’ taleplerine yanıt verecek ekonomik ve idari/siyasi yapıların oluşturulmasıdır. Gelişmiş bir toplum olma yolunda hızla ilerlemenin getireceği sorunlar, şimdiye kadar uğraşmakta olduğumuz sorunlardan mutlaka farklı olacaktır. Bu durum, nitelik olarak neredeyse tamamen yeni bir ekonomik ve toplumsal örgütlenmeye işaret etmektedir. Çok açıktır ki Türkiye önümüzdeki yüzyılın ilk çeyreğinde, yeni sorunlarla eski sıkıntıları eş zamanlı göğüslemek durumunda kalacaktır. Bu durum yalnız devlet yönetimi zihniyetinin tamamen değişmesini değil, aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin toplumsal rollerinin çeşitlenmesini ve artmasını da zorunlu kılmaktadır.” [1]
Hrant Dink katledildikten hemen sonra, Türkiye Demokrasisi’nin 130. Yılı başlıklı sempozyumda Bülent Tanör’ün hazırlamış olduğu sonradan Zafer Üskül’ün revize ettiği raporun tartışıldığı 37. TÜSİAD Genel Kurulu’nda Ömer Sabancı şunları dile getirmiştir:
“Sarsıcı olayın yaşanmasından birkaç saat önce yapılan bu konuşmada sözü edilen direnç odaklarının, bir süredir hareket halinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Dileğimiz odur ki bu hareketlenme yeni bir evreye girmiş olmasın.
[…]
Türkiye’yi içine kapamak isteyenlere karşı daha açık, daha demokratik, refah seviyesi daha yüksekbir gelecek için omuz omuza mücadele etmeyliyiz.”
Mustafa Koç aynı Genel Kurulda şunları dile getirdi:
“Her şeyden önce, Hrant Dink’in ölümüne zemin hazırlayan atmosferin, ülkenin geleceğiyle ilgili olumlu inançları kolaylıkla zedeleyebileceğini bu olayla birlikte hepimiz bir kez daha bütün açıklığıyla kavradık. Değişime ve gelişime set çekmeye çalışan bazı siyasi akımlar, yeniliklere direnen statükocu kesimler, 301. madde örneğinde olduğu gibi demokratik açılımlar lehine iradesini ortaya koymak yerine mevcut atmosfere kendini teslim edenler bu karamsarlığı besliyorlar.”
Dolayısıyla neo-liberal yönelimi basit bir “özelleştirme” algısı üzerinden değil çok kapsamlı idari bir yeniden yapılanma olarak ele almak gerekmekte. Küresel sermayenin yönelimleri doğrultusunda hedeflenen ve Türkiye’de direnç odaklarıyla karşılanan bu yönelimin özellikle ulus devlet, milliyetçilik ve askeri vesayet rejimi ile olan ilişkilerini iyi saptamadan bağımsız ve devrimci bir çizginin tartışılması pek mümkün gözükmüyor. Bu kapsamlı dönüşüm sürecine karşı alternatif ve bütünlüklü bir komünist strateji olmaksızın “statükoculara” karşı geleneksel “halk cephesi” politikasına benzer ve güç dengeleri gereği liberallerin yedeğine düşen bir “anti-faşizm” kaçınılmaz olacaktır.
Son Döneme Kısa Bir Bakış…
Hrant Dink katledildikten hemen sonra gelişen tepkiyi medya ve ÖDP çevresi bilinçli olarak bir yas tutma ayinine dönüştürdü ve ailenin “sessiz yürüyüş” isteğini toplumsal hareketin şu veya bu biçimde cinayetin arkasında olduğu aşikar olan devlete değil soyut bir “milliyetçiliğe” karşı yönelmesini sağladı. Şüphesiz ki “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı bunun en net ifadesiydi. Yaklaşık 250 bin kişinin bu slogan doğrultusunda harekete geçmesi Türkiye açısından azımsanmayacak kadar önemli gelişme olmakla birlikte slogan yetersizdi. Nitekim başta Tayfun Mater olmak üzere cenazeye siyaset yasağı koyan ÖDP’li “Hrant Dostları” ve bunların yörüngesinde hareket eden Baskın Orancı, “demokrat”, “aydın” ve insan hakları/çok kültürcülük söylemini ana paradigma edinmiş STKcı sol-liberaller de bu atmosferin oluşması için ellerinden geleni yaptılar. Devlete yönelen sloganları yasaklamaya çalışanlar, Hrant Dink cenazesinde “Bir Arada Yaşamı Savunalım” kokartlarını “tertip komitesi” önlükleri giyerek dağıttılar.
Hrant Dink’in katledildiği gün Şemdinli halkının vakti zamanında ortaya koymuş olduğu reflekse benzer bir düzeyde bir eylemlilikle yanıt verebilen devrimci sol güçler, akabinindeki cenaze töreninde kendisini gösteren ve bizlerin etki alanının dışında gelişen, son derece heterojen ve ağırlıklı olarak liberal/orta-sınıf karakterli bir hareketle nasıl ilişkileneceği konusunda bocaladık.
Tüm “devrimci” kurum ve yapılar kendilerini kitleden çeşitli sembol ve giysilerle ayırarak siyasi bir yönelimi ve özellikle “Katil Devlet Hesap Verecek” sloganını kitleye attırıp fiili bir toplumsal hareketin içerisinden “devrimci bir hesap sorma kararlılığını” nicel sebepler başta olmak üzere çeşitli nedenlerden ötürü örgütleyemediler. Deyim yerindeyse devrimci sol, sadece cenazeye dahil oldu, alanda maalesef sadece renklerden biri olarak kaldı ve cenazede, yani kendi yörüngesinin dışında gelişen bir toplumsal hareketle politik bir ilişkileniş/etkileşime girme konusunda sıkıntı çekti. Siyasi bir ağırlık koyulamadığından dolayı, liberal havanın faturası sadece sol-liberallere kesildi, yani yine sorun dışsallaştırılarak ve tüm bir dava sürecindeki eylemliliklere sadece ve sadece katılınarak aslında “gözlemci” olma pozisyonu yeğlendi. En son Hrant Dink duruşması esnasında Beşiktaş’ta gerçekleşen eylemde herhangi bir örgütlü bir yapının bulunmamasını bu “vazgeçmişliğin” bir tezahürü olarak okumak pekala mümkün.
Ancak Hrant Dink’in katlinden bir yıl sonraki eylemlilik sürecinde yine Tayfun Mater ve sol-liberal çevreler yine “Katil Devlet Hesap Verecek” sloganını ısrarla bastırmaya çalıştılar. Ancak bu sefer söz konusu slogan “marjinal” olmaktan çıkmış, bir yıl içerisinde tüm bulgular cinayetin devletin bilgisi dahilinde geliştiğini ve şimdi örtbas edilmeye çalışıldığını göstermişti. Onun da ötesinde yaklaşık 6 ay boyunca sokakların faşizme ve Kürt-PKK düşmanlığına teslim edilmesinin de getirdiği öfkeyle anmaya katılanlar “zaptedilemedi”. Slogan attırırken ısrarla Tayfun Mater’in “arkadaşlar, arkadaşlar… duduk dinliyoruz arkadaşlar” diye telaşlanması işte tam da olayın artık kontrolden çıkmasıyla bağlantılıydı. Nitekim polis barikatı yarıldı, kürsü işlevsiz hale geldi ve hiçbir polis müdahalesi olmaksızın kitle Taksim’e akın etti. Taksim’de İşçi Partisi ve sonrasında MHP binalarına çeşitli çapta saldırılar düzenlendi.
OH BEEEE!
Ciddi bir polis müdahalesi ile karşılaşılmaması yıpranan devlet ve hükümetin kuşkusuz bir taktiği olarak okunmalıdır, zira şimşekleri daha fazla üzerilerine çekmek istemediler. Bu süreç, ÖDP ve sol-liberal çevreler Hrant Dink konusunda ideolojik hegemonyalarını her ne kadar yitirmemiş olsalar da AKP’nin/TÜSİAD’ın TSK ve onun Kemalizm yorumuyla gel-gitli bir karşı karşıya gelişin belli bir uğraktan geçtiği bir döneme denk geldi. AKP-TÜSİAD’ın Kürt-PKK meselesinde TSK’nın yörüngesinde hem hareket edip hem de çeşitli “siyasi çözüm” olanaklarını “çıtlattıkları” bir dönemde bu anma içinden akabileceği hegemonik bir kulvar bulabilmişti kendisine. Muhalif bir hareketin bir konjonktürün içinde gelişmesi, belli çatlakların içinden akması doğal, zaten ÖDP ve sol-liberallerin kendilerini var ettikleri güçler dengesi tam buraya oturuyor. Onların ötesinde daha bütünlüklü bir karşı karşıya geliş için, anmadaki kitleyi AGOS’un önündeki Şişli istikametine akan yol şeridine hapseden polis barikatının yarılması ve caddenin kapatılması fiili ve sembolik bir hamleydi.
Ne Oldu? Geriye Ne Kaldı?
Taksim’e girildiğinde İşçi Partisi ve MHP’ye dönül saldırılar bir öfkeyi dile getiren ama tam bir şuursuzluk halini sergileyen bir eyleme dönüşmüştür. Operasyonların gerçekleştiği bir dönemde milliyetçiliğe karşı gelişen ve en azından orta-sınıf kamuoyunun belli bir kesimi tarafından “meşru” görülebileek bir tepki daha bütünlüklü ve gündeme uygun bir karşı duruşa dönüştürülemedi, daha politik bir içerik kazanamadı. Bunu kazanabilmesi için devrimci/politik vurgu konusunda bir müdahale gerekirdi, nitekim Hrant’ın katline duyulan öfke operasyonlara dönük mücadele hattına evriltilemedi. Oysaki kitlenin tepkisini aylarca sokakları mesken tutan faşist kitle hareketine dönük bir tepki olarak okumak pekala mümkün.
Neticede Taksim Tüneli’nde son bulan eylemde tramvaya ve kondüktörüne şuursuzca saldırılmış, “işte teröristler” dedirtecek garip görüntüler açığa çıkmış ve eylem bir yaralı ile sonuçlanmıştır, üstelik polisin nitel olarak zayıf olduğu ve neredeyse müdahale etmekte aciz olduğu bir durumda. Ancak medya bu olayın da çok üzerine gidip sistematik bir karalama kampanyasında bulunmadı, en azından şimdilik.
Taksim 1 Mayıs’ı tam da gücünü herhangi bir merkezi özne olmaksızın gerçekleştirilmesinden, dolayısıyla kontrolsüzlüğünden almıştı, ancak Hrant Dink anması ve tüm bir siyasi süreç olarak Hrant Dink “olayı”nda tabiri caizse hem sokaklarda hem de siyaseten sistematik bir tavrın geliştirilememiş olması 1 Mayıs’tan bu yana giderek belirginleşen bir noktaya işaret etmiştir. Devrimci sol, yani hepimiz, son dönemlerce sadece refleksif, sadece tepkisellik üzerinden kendisini var edebilen ve örgütlü/stratejik bir siyasi vizyona/hatta artık sahip değiliz, kendimizin dışında gelişebilecek herhangi bir hareketle verimli bir ilişki kurmaya muktedir değiliz. En azından gidişat devrimci solun alternatif bir siyasi kamp olarak varlığını sorgular hale getiriyor, bu böyle sürdüğü sürece sokağın hem fiili hem de ideolojik şekillenişi liberal solun elinde kalacak. Öyle görünüyor ki neoliberal saldırıların getireceği siyasi sonuçlar bir yana Kemalizmin mevcut biçimi üzerinden gerçekleşen kamplaşmalar siyasetin gelecekte akacağı yatağı belirleyecek. Ancak bu konuda siyaseten bağımsız ve stratejik bir yaklaşımdan yoksun olmak, siyaset yapamamak ve sokakta ani refleks gösterememek uzun süre daha tartışmamız gereken bir husus olacak gibi görünüyor.
Ufukta özellikle daha sınıfsal temelli bir mücadele sürecinin beliriyor, tersanelerdeki ölümlerden Sosyal Güvenlik Reformu’na kadar neoliberal dönüşümün açığa çıkarılabileceği çeşitli hareketlilikler gelecek 1 Mayıs’a doğru giden sürece damgasını vurabilir, kara harekatı ise Newroz’a giden sürece herhalde yön verecek. Ancak devrimci sol yine bu tür mücadelelerin sadece çeperinde kalır ve bunları bütünlüklü bir siyasi perspektif etrafında ele alamazsa Hrant Dink olayında yaşanan sürecin bir benzeri ile yeniden karşı karşıya kalabiliriz. Önümüzde ülkedeki siyasi eğilimleri ve devrimci politikanın temel taşlarını yeniden tartışmak durumunda olduğumuz bir dönem söz konusu. Yeni mücadeleler ya bizler için birer fırsat olarak bir atılım zemini yaratır ya da bir çöküşün alametlerini pekiştiren olaylar olabilir. Mücadeleyi bir olanağa çevirmek bizim elimizde.
.
“Hrant Dink’in katledildiği gün Şemdinli halkının vakti zamanında ortaya koymuş olduğu reflekse benzer bir düzeyde bir eylemlilikle yanıt verebilen devrimci sol güçler, akabinindeki cenaze töreninde kendisini gösteren ve bizlerin etki alanının dışında gelişen, son derece heterojen ve ağırlıklı olarak liberal/orta-sınıf karakterli bir hareketle nasıl ilişkileneceği konusunda bocaladık.”