“Hepimiz dünyaya o görkemli hiçliğin destanından düştük“
Beyaz ve hiçlikten boşluk bir annenin kollarında siyah bir ‘uçan halı’ sallanıyor… O ‘uçan halı’ bizim var olduğumuz üç boyutlu evimiz, uzayımız. ‘Uçan halı’mız ‘silkindikçe’ genişliyor, başından, kuyruğuna her yöne dalgalanıyor ve zaman denen ‘dalga’lanmanın içinde bilinmeyen ‘an’lara sürükleniyoruz. Biz bütün varlığımızı-varoluşumuzu bu anlar arası yolculukta deneyimliyoruz. Oldukça şiirsel bir yolculuk bu; olmuş olan, olmakta olan, olacak olan…
Olmuş olanı hatırlıyoruz; zaman hatıraya dönüşüyor, hatıra deneyime… İnsan beyni unutmadığı sürece olmuş olan, olmakta olana eşlik ediyor; geçmiş zaman, hem olmakta olanın içinde hem de olacak olanın içinde… Çünkü beynimiz geleceği canlandırırken, geçmişi de canlandırıyor. Olmakta olansa, bu şiirsel paradoksun en kısa ‘an’ları. An, oldukça geniş zamanı, geniş olduğu kadar karmaşık ‘varlık zamanı’nı bizim somutumuz kılıyor. Ancak andaki ‘şimdi’ bizi geçmiş ve geleceğe itiyor, soyutlaştırıyor ve biz ne etsek ‘olmakta olan’ı da soyutlaştırarak varlığımızı bir anlam içinde kavrayabiliyoruz. Zaman varlığın içinde işliyor; varlık, bilinç hali olarak zamana tutunuyor! Biz, zamansallaşıyoruz, zaman biz oluyoruz. Bunu şöyle anlamak da mümkün; zaman ve varlık dediğimiz şey, o muhteşem görkeme ve sırlara sahip ‘uçan halı’ uzayımızdaki ‘olay’, hiçliğin kendisini gerçekleştirmesinden başka bir şey değil! Hiçlik, varlıkta zuhur ediyor; biz, zuhur olarak hiçliğe varıyoruz… Müthiş, destansı, meraklı idrake dönüşüyoruz. O hiçlik annemiz ve uzayımız ki merak ederken kendini merak ediyor; biz de merak ediyor. Bu bakımdan bilinçli varlık, onun varlığından başka bir şey değil. Ancak insan ‘kendinde varlık’dan daha fazla çünkü insan ‘başkası’nda da olandır. Bu olma hali varlığın insan kılınmasının hikayesini de kurandır. Çünkü insan, varlıktan farklı olarak ‘olay’dır. İçinde türlü hikayeler ve maceralar barındıran ‘olay’. Öyle anlıyoruz ki insan; varlık, olay, zaman bağlamı içinde anlaşılabilir meydana gelme halidir.
‘Tasarlama’dan -‘tahayyül etme’den- fiile, fiilden faile varıyoruz; fail, failliğini anlamak için fiiline, filinden tasarladığının içine tekrar giriyor. Ve bu hareket hali onun hayat dediği inşa halini meydana geliyor. Hayat meydana gelirken, zamana yayılmış kişisel hikayemiz de örülüyor. Ve buna son cümle senden geliyor; “Ölüme dek cereyan eden eyleyiş süreci bir insanın kim olduğuna dair tanım, müzakere ve değişim sürecidir. “Ben kimim?” sorusuna ancak ucu açık hayat hikayesinde cevap aranabilir.”
‘Ucu açık hayat hikayesi‘ kişiyle sona erer mi? Çünkü insan bir kez meydana geldikten sonra bir ‘olay’da meydana gelmiştir insan, ‘olay’la anılır ve anlaşılabilir olmuştur ve bu ‘olay’ kolektif zamana yerleşmiştir. Bu demektir ki insan bir ‘olay’ olarak meydana gelirken ‘başkası/ları’ tarafından görülen hale de gelir. Başkası ya da başkalarından görünmek, kişinin hikayesinin görünmesidir ve insan kendi hikayesini temsil ederken, başkalarının ‘görüş açısı’na da dönüşür. Görüş açısı, failin kişisel anlamını ‘başkasındaki olan’a dönüştürür ve bir ‘kıssadan hisse’ kurar. Faili gören kendini görmek ister çünkü fail ister fikri olsun, ister olay olsun ‘bakış açısı’ olarak görende kendini gerçekleştirmiştir. Demek ki ‘ucu açık hayat hikayesi‘ kişiden, varoluşa dönüşürken ‘kendi dışına taşan‘ olur. Taşmak, başkalarının varoluşuna dahil olmak değil, o varoluşlara dokunmaktır. Dokunmak, dokunulandaki anlamı değiştirmektir. Ona bir konum vermektir.
Mektubundan Kobane’yi konum olarak ima edişin ‘eyleyen, eylenileni öncelemez‘ sözüne dönük kendin için olan konumu, başkaları içinde konum haline getirmeye işaret etmekle ilgiliydi. İnsan eylemde bulunurken, bir olayın içinde bulunur, o olay senin sözünle kişiyi de ifşa eder. İfşa ederken ayrıştırır. Bir güzergaha işaret eder, ederken mümkünü arar. Arayış, eylem ve fail ilişkisini toplumsal olanın, kurulu düzeninin marazı kılar. Böylece maraz özneyi ‘halkın kurulu düzeni‘ne karşı da fırlatır atar. Bu maraz içine düşülen dünyadan çıkma teşebbüsüdür.
Kobane’yi bir teşebbüs mekanı olarak dünyanın her hangi bir yeri kılmak için çıktığın yolculuk altıncı yılında… Altıncı yılında teşebbüsünle anılmana, fikirlerinin içinde inşa ettiğin Nejat eşlik ediyor ve varlığın zamanın ruhuna meydan okuyor.
Rojava’da altı yılda çok şey oldu. Onlarca Türkiyeli “çocuk” senin gittiğin yere, Neverland yolculuğuna çıktı. Her biri paha biçilmez değerde ve güzellikte “çocuk”lar… Hepsinin bir hayat hikayesi var; hepsinin ömrü, yolundan kısa.. Hepsi telaşlı. Hepsi cüretkar. Hepsi masalında kendini arayan çocuklar.. Hayatla, ömrün anlam değiştirdiği masal. ‘Bir vardı bir yoktu’daki kıssadan hisse…
Evvel zaman ebedi zamana akıyor. Masalların ‘bir varmış’ı bir kere gerçekleşmiştir; geçmiş zaman, var olacak zamana sirayet etmiştir. Zamanlarda her ne zuhur edecekse masallardaki çocuklarla zuhur edecek. Çünkü zamanın gelecek olabilmesi için bir geçmiş tarafından meydana getirilmiş olması gerekir. Bu hakikat ebedi olmanın da anlamını değiştiren bir hakikattir. Masallara inanmak gerekir!
Söke’de bir kaçak doğumla başlayan ‘olay’, Kobane uğrağında ‘Nejat kimdir?’ sorusunu kapatmıştır. Bunu Nejat, varoluşu hayattan bir ‘alıntı’ olmaktan çıkartarak yapmıştır. Sandino’nun örsle çekiç arasında uzaklara, çok uzaklara yankılanan sesinin anlamını kendine çağırarak yapmıştır. O, sesi Kobane’de kendi gibi olan ‘masaldaki çocuklar’la bir kez daha yankılandırarak yapmıştır.
Bu var olma Nejat’ı görmenin açısını da değiştirmiştir; Nejat’a bakanlar, yankıdaki Nejat’ı görmektedir. Bu bakımdan Nejat’ın fikirlerini yankıya bakmadan tartışmak eksiktir çünkü Nejat’ın yankısında bir ‘nispet’ vardır. Nispet hem Menkıbe’dir hem de onun zuhur edişidir.
Sandino’dan gelen yankıya dahil olan Nejat’dan sonra onun ‘Menkıbe’si şöyle anlıyoruz; Menkıbe’nin muhatabı ‘ahali’ değil, kendisi! Nejat, o ana kadar kendini de kuran ve solun ‘kurulu düzeni’ne karşı kitabın başında “cehalet ve öfkeden doğmuş, neşeyle karışık bir serzeniş çiziktirmesi” demesi ve ‘Nakib’i işaret etmesi; “Ben kimim?” sorusudur. Kitabın girişinde ’71 ile ilgili yaptığı tartışmadaki ikinci şahıs temsil değil, semboliktir. Çünkü tartışmada ‘solun kurulu, hakim’ düzeninden, onun boğuntusundaki Nejat’dan çıkmaya dair bir ‘öfke’ vardır. Ve onun esas meşgul olduğu soru; Nakib kim/lerdir. Bunun cevabı kitabın daha başında Nejat’dan geliyor; örsle, çekiç arasındaki yankılanmadır… Bu yankının hakikatini mektubunda “…her şeyden önce bu tercihi kendim için yaptım. Ulvi bir amaç için yola çıkmadım, ulvi olmayan insanlarla hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyüklemek istedim o kadar “ sözünde buluyoruz. Nejat’ın bu sözü Menkıbe’de içinden çıkmaya çalıştığı dünyanın açıklayanıdır.
Boşluk
Altı yılda benim payıma boşluk, acı, pişmanlıklar ve keşkeler düştü. Ancak ‘aklın sonradan başa gelmesi’ kar etmiyor.
Bir baba olarak sana ödenemez borcum var. Bu borç senin doğumunla başladı. Bizi sen seçmedin, seni biz seçtik. Bu ‘seçme’ doğal gibi görünse de sosyal boyutu oldukça sorunlu. Bir çocuğun anne ve babası olmak, çocukta bazen karşı koyamayacağı, çözemeyeceği, bağlılık ve vefa duygusunu da yönetiyor. Sevmekse anne ve baba temsilini sevmek olarak yürüyor. İşin içine ‘çocuğa verilen emek’ girince bu durum çocuk açısından daha karmaşık sosyal duygulara dönüşüyor. Ben, bizi anne ve baba olarak sevmeni hiç istemezdim. Bizim açımızdan sana karşı ‘sahiplik’ duygusu daha berbat bir durum. Anne ve baba, çocukta kendini görmek ve inşa etmek istiyor. Yetmiyor, uhtelerini gerçekleştirmek istiyor. Yetmiyor, onun bir devrimci olmasından payına düşeni dolaylı, dolaysız almak istiyor ve bu ‘mülkiyet hakkı’ sanki doğal bir hakmış gibi işliyor. İtiraf etmem gerekir ki sana dair bir şeyler yazmamın içinde bile ‘benden biri var’ gizliden kendini ima ediyor. Burada kardeş Nejat’a haksızlık olduğu duygusuyla, ‘sahiplik’ duygusu arasında bölünüyorum.
Rojava kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Tehlike yine içimizdeki kötülükten geliyor. İçimizdeki ‘haz insanı’ baş düşman olarak ödenen bütün bedellerin ve emeğin üstünde kendini gerçekleştirmek istiyor. Buna Fanon’un üslubuyla Kürdün içindeki sömürgecisine benzeme arzusunu da dahil ediyorum. Rojava’da sorunun esas sorusu kol geziyor; insan neden yıkmak istediğine benzemek istiyor? Bu arzunun sosyal kökleri politik açıdan bir yere kadar açıklanabilir ancak bizim bu sarmalı çözmemize yetmez. Siyaset aracının insandaki arzunun yıkıcılığına net bir cevabı ve kavgası yoktur. Dahası ‘insan’ siyaset aracının ‘yücesi’dir. ‘İnsan’ bu kötülük dünyasında bütün sınıfların ortak mutabakatıdır. Siyasetteki ‘hümanizm’, bu dizginlenemez kötülüğü görünmez kılandır. Bu ‘insan’a düşman bir akıla ve ruha ihtiyacımız var. Tıpkı dünyamız gibi Rojava’nın geleceği de buna bağlı.
Ancak yine de bizi sürükleyen ve hakikatimizi kuran görkemli hiçlikten var olmuşlar, var olacaklar olarak Simurg hikayesinde kendimizi arıyoruz. Kendimizden çıkıp kendimize uçuyoruz. O gelecek zamanlar ki insanın iyi hikayesini yazacağını umut ediyoruz çünkü bu umut bizi var eden hiçlikten gelen umuttur. Görkemli, sihirli, şiirsel…
O görkemli, o şiirsel hiçlikten var oldun. Yankılandın, bütün zamanlara yayıldın. Olmuş olan, olmakta olan, olacak olan…
Hep sevginle, hep iyiliğinle…
Baban