22 Eylül. Nejat’ın doğum günü.. O uzak maviliğe gitmeseydi 32 yaşında olacaktı.

Nejat için yazılar

Hikmet Acun

Atlasları getirin! Tarih atlaslarını / En geniş zamanlı bir şiir yazacağız / Harbi karşılık verecek ama herkes Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya:/ Bir, Yeryüzünde nasıl dağılmıştır Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar? / İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden? ….. “ (Ece Ayhan)

Nejat ‘a

Çeviri yaparken eski Türkçeye gönderme yapan yaratıcı aklınla Marks’ın insan – özne bağlamını nasıl da güzel tercüme etmiştin; “insanın zuhur edişi zahiri olana değil, nazireyle şayan olanadır”

Sen şu kısacık ömründe sadece “nazireyle şayan” olmadın, nazireyi de nispete dönüştürdün.. İşte buna faillik deniyor!.

Öyleyse devam edelim..

Theodoros Angelopoulos’nun Yunanistan’ın bir sınır kasabasında mültecilerin dramını anlattığı “Leyleğin Boşlukta Kalan Adımı” filminin bir sahnesinde nehir kıyısında bir düğün vardır. Nehir bir sınır olarak iki ülkeyi birbirinden ayırır. Gelin ve damat beraberlerindekilerle nehirin iki farklı yakasındadır. Gelinle damadın arasından nehir geçer. İki tarafta iki kıyıda toplanmış haldeyken silah sesi duyulur ve nehirin iki farklı yakasındaki insanlar koşarak dağılmaya başlar. Angelopoulos için bu an, “ölü kuşlar zamanı”dır..Nehirde akan suyun temsil ettiği zaman, artık aşılmaz bir boşluktan ibarettir..

Soru şudur; daha kaç sınır geçmemiz gerekir evimize varmak için ?. Yersiz yurtsuz mülteci insanlar için ev neresiydi ?. Bir insanın kendinden başka gidecek yeri varmıydı ?.

Sen de aynı ülkede yersiz yurtsuz mülteci olarak kaldığında henüz beş yaşındaydın. Bir gün Atina’da aynı soruyu beş yaşındayken sen sormuştun: “evimize ne zaman gideceğiz ?”. “Evimiz yok ki” dedim. Bu cümleden sonra bir daha asla “bizim evimiz neresi” dir diye sormadın. Aslında bu soru senin hayat hikayeni başından kuran sorudur. Bir soruna cevap bulmak için atlasları yakıp, sınırları yıkıp, bayrakları yırtmak için seni Kobane’ye götüren kendinden çıkışın o gün başladı..

Hayatın bir cilvesi mi yoksa bir karşılaşma mıdır bilinmez; bu kez aynı hikaye, deniz kıyısında ölü bir Kürt mülteci çocuğun bir fotoğraf karesine sıkımış resminde tekerür etti. O resim senin Kobane’ye gidişinin ve ölümünün adeta bir parçasıydı. Çünkü kıyıda ölü mülteci çocuk, senin mülteciliğin ve evsizliğindi, sende o denizi aynı şekilde geçmiştin !. O sendin.. Bir zamanlar nereden bilebilirdin ki; bu kez Angelopoulos’nun filmindeki vince boynundan asılıp kalmış bir mülteci değil; denizde ağlara takılıp kalarak ölmüş binlerce balık gibi değişik halklardan Suriyeli insanlar evsiz, yersiz yurtsuz kalmasın diye onların yerine öleceğini !. Yoksa insan başka zamanlar, başka olaylar, başka hayatlar üzerinden kendi kaderini mi yaşar ?.

Sınırlar geçilir, peki ya insanın kendi içindeki sınırlar nasıl geçilir ?. İnsanın kendinden sonra bir yeri var mıdır ?. Peki ya insan kendini de ardında bırakıp, uzak bir maviliğe çekip gitmek isterse ne olur?. Yoksa insan, “sonsuzluk ve birgün” kadar mı dır ?. Bu sorunun cevabı galiba insan neye benzer sorusunda gizlidir. Gabriel Marguez “insan ölümüne benzer” der. Bence insan en çok doğumuna benzer !. Doğum bir belirsizlik anıdır. Doğan insanın ne olacağınının ucunu açık bırakan bir belirsizlik anı !. İşte bu yüzden mültecilik bir doğum anına benzer ! Giden bir kez yollara düştümü nereye gideceğini bilemez. Bildiği tek şey, gitmektir!. Ve insan uzun bir yol hikayesidir artık.. Peki bir insan kaçak doğar mı?. Hadi bir çok şeyin “kaçağı” anlaşılırdır. Ya doğumun kaçağı ?. Neden kaçak bir insan olarak doğduğunun cevabını vermekle mükellef olan sen değilken, bunun bedelini senin ödemiş olman; doğumla yaşam arasında kalan yıkıcı ve ağır deneyimin sınırlarını aşmak için hangi güçlerle donatılmış olmak gerektiğini göstermek bakımıından ibret vericidir .. İşte bu yüzden insan yalnızca doğmaktan kaçamaz, aynı zamanda doğumunun sonuçlarından da kaçamaz..

nsan neye benzerdi?. İnsan doğumuna benzerdi !.. Hayat neydi?: bir kıssadan hisseydi.. Bir insan kendinin mültecisi olmadan sınırlarını nasıl geçebilirdi?; kendi hissesini kıssa haline getirebilecek güçlere sahip olmakla geçebilirdi.. İşte o, sendin !.

Doğdun, bütün sınırları geçtin; iyi bir sosyolog, iyi bir entelleketüel, iyi bir çevirmen, iyi bir devrimci, iyi bir marksist oldun ama bunların hiçbirini üstüne başına bulaştırmadan, bir sıfata dönüştürmeden, mülk edinmeden çok az insana nasip olacak şekilde yalnızca bir varlık olarak yaşamayı başardın..

Fernando León De Aranoa “Güneşli Pazartesiler” filminde bir sekansta şöyle bir diyalog kurar: ” Asıl soru bizim tanrıya inanıp inanmadığımız değil. Asıl soru tanrının bize inanıp inanmadığıdır. “

Asıl bizim sorumuz neydi?. Asıl soru ölümün bize inanıp inanmaması değil, asıl soru hayat bize inanıyor mu !

Bunun tek ve şaşmaz cevabı; kolsuz bir karıncanın bir gül yaprağına yazdığı çocuklarda gizlidir !..

Şimdi bir gül yaprağındasın..

İy ki doğdun, iyi ki varsın..

Baban