Kapitalizmin Kırılgan Teşekkülü

Menkıbe tartışmaları

Kaçış Çizgisi Olarak Canlı Emek

Elif Cansen

Yeniden düşünme edimi, kavram ve kategoriler arasında yeni ter­cihler yapmak değil, bunlar arasındaki ilişkileri yeniden konum­landırmak, zaten ifade edilmiş olanı yeniden anlamlandırmaktır. Karl Marx’ın (1999) şeylere “biçim veren ateş” olarak nitelediği ve bir olumlama olarak gördüğü canlı emek kavramı da belki günü­müzde en çok buna muhtaç. Zira bu olumlama, canlı emeği bi­lincin nesnesi olmaktan çıkarıp yaşam üretme arzusunun ufkuna açma ve böylece onun diğer bütün metalardan farkını ortaya koy­ma imkânı verir. Marx “emek, canlı, biçim veren ateştir; şeylerin geçiciliği, zamansallığı, onların canlı emek zamanı tarafından bi­çimlendirilmeleridir” ifadesiyle canlı emeğin somutluğuna, yarar­lılığına ve elbirliğine atıfta bulunur. Diğer metaların yararlılığı ve maddiliği kendi tekil varlıklarında tüketilirken, canlı emek farklı somut emekler tarafından üretilmiş her nesnede yaşamaya devam eder, her üretim ediminde bunları kendi etkinliğinin konusu hali­ne getirerek yaratımını sürdürür. Sadece metaları değil, toplumsal değer üretiminin ilişkiselliğini de üretir. Bu anlamıyla tıpkı Marx’ın (1993) kapitalizmde “insanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasın­daki ilişkiler olarak göründüğü” meta fetişizmi eleştirisinde olduğu gibi, yaşamı akıtan, toplumsal ilişkiselliği kuran metalar değil canlı emektir. Sermaye canlı emeğin toplumsal değer üretme arzusunu güce dönüştürerek kapmaktadır.

Marx’ın da ifade ettiği üzere ne artı değeri ne de sınıfları kendisi bulmuştur; Marx’ı farklı ve anlamlı kılan, canlı emeğin elbirliği ile ürettiği toplumsal değerin nasıl özel mülkleştirildiğini ve sınıf iliş­kilerinin nasıl üretildiğini açığa çıkarmış olmasıdır. Marx böylece şeylerin üretimini iktidar ilişkilerinin üretimine bağlayarak, kapi­20 talist toplumsallığın kuruluşunu ve işleyişini politikleştirir. Elbette, Marx’ın canlı emeği olumlaması, sermayenin diyalektik öznelliği­nin içinden emeğin eşdeğerlik ve ölçü dolayımıyla ücretli emekte temsil edilmesi olarak okunabileceği gibi, emeğin öznelliğinin için­den kendini değerli kılma, farklanma ve kolektifliğin kurucu gücü olarak da okunabilir. Marksist geleneğin çoğu kesimi, bu ifadeyi sermayenin diyalektiği içinden okumuş ve canlı emeğin öznelliğini özgürleştirmek yerine onu sermayenin öznelliği içine hapseden po­litikaların kurucu gücüne dönüştürmüştür. Oysa Marx, sermaye­nin kendini olumlamasının bütün uğraklarını analiz ederken canlı emeği sermayenin önünde bir sınır ve engel olarak tanımlar ve tam da bu yüzden canlı emeğin peşini asla bırakmaz. Dahası, işçi sını­fını politik olarak önemserken, kapitalizmdeki sınıfsal güç ilişkileri içinde sadece işçi sınıfının politik öznelliğinin, yani canlı emeğin sermayeyi ortadan kaldırabileceğini görür. Dolayısıyla Marx, canlı emekte işçi sınıfının farklılaşma gücünü, sınıf olarak kendini red­detme ve sınıfsızlaşma gücünü olumlar. Yoksa işçi sınıfının ser­mayenin diyalektiğine kapatılmasını değil. Bu yüzden canlı emek Marx’ın kaçış çizgisidir. Buradan düşünmek, Marx’ın, canlı emeği, emek zaman ölçüsü altında ücretli emek biçiminde sermayeyi üre­ten bir güç olarak görmeyi reddettiğini tanımak ve her daim ölçü dışına çıkmanın, kendi elbirliğinin farkını ve çokluğunu olumla­manın ve kendini değerli kılmanın kudreti olarak görme ufkuna açtığını teslim etmektir.

Bu ufuktan baktığımızda, canlı emek Marx’tan bize kalan en önemli mirastır ve sermayeyi kuran değil yerinden edecek antago­nizma üzerine düşünme olanağı açar. Bu antagonizma, emeği ser­mayenin gelişim yasaları içinden okuyan Marksistlerin iddia ettiği gibi ücretli emek ve sermaye arasında değil, nesnelleşmiş emekle nesnelleşmemiş emek, yani sermayenin başkalaşmış biçimi olan ücretli emekle sermayeyi üretmeyi, dolayısıyla kapitalist işi reddet­me kudretine sahip canlı emek arasındadır. O halde toplumsallaş­mış emeğin soyutluk düzeyi ve işbölümünün yaygınlığı ile derin­liği, canlı emeğin nesnelleşmiş emekle tahakküm altına alınması temelinde sınıflaştırma ilişkisinin sürekli yeniden üretilmesi bağla­mında okunmalı, nesnelleşmiş emekle nesnelleşmemiş canlı emek 21 arasındaki antagonizma bu sınıflaştırma ilişkisini üretmenin reddi­ne, yani sınıfsızlaşmaya oturtulmalıdır. Zira sınıflaştırma, aynı za­manda canlı emeğin değersizleştirilmesi, yaşam üretme kudretinin olumsuzlanmasıdır. Canlı emeği sermayenin iktidar düzleminden çıkarıp, özgürleşme ufkuna açılan bir kaçış çizgisi olarak düşünme­nin zamanıdır şimdi. Kaçış çizgisi olarak canlı emek, sınıfsızlaşma­nın politik öznelliğinin virtüelliğini taşıyan kurucu güçtür. Böyle bir okuma bizi, modernist Marksizmin, diyalektiği, özne ve bilinci, ücretli ve üretken emeği yüceleştiren ve politikayı da kurulu, sa­bit güçler arasındaki çelişkilere indirgeyip oluş halindeki ilişkisel güçlerin antagonizmasını görünmez kılan düşünme biçiminden kurtarır.

Ölçü antagonizma değil çelişki kurar

Sermayenin “şey” değil “bir ilişki” olduğunu Marx’tan biliyoruz. Dolayısıyla sermayenin politik öznelliğinin, sırf şeylerin değil şey­leştirici ilişkilerin de üretimi olduğunu ve ancak bu sayede tek tek bireylerin emeğinin basit toplamını değil, bu toplamı ziyadesiyle aşan toplumsal emeğin elbirliğini özel mülkleştirdiğini kolayca anlayabiliriz. Burada can alıcı nokta, şeyleştirici ilişkilerin üreti­minde canlı emeğin değersizleştirilerek sınıflaştırılması, eşdeğer ve ölçü dolayımıyla ücretli emekte temsil edilir hale getirilmesidir. Böylece kendisi değer olmayan ama değer üretme kudretine sahip, bedeninden ayrılmamış, “mutlak yoksulluk olarak” varolan, şey olarak değil kendinde etkinlik olarak, değerin kaynağı olarak canlı emek, sermayeyi değil kendini değerli kılmanın maddi olanakla­rından koparılmış olur (Negri, 2006). Bu koparılmanın tarihselliği, Marx’ın (2011) ilksel birikim, biçimsel boyunduruk ve gerçek bo­yunduruk olarak nitelediği uğraklar boyunca belli emek biçimle­rinin ve değer üretim ilişkilerinin genelleştirilmiş meta üretimi ve ücretli emeğe dayalı sınıflaştırma ekseninde ya tasfiye edilmesini ya da sermayenin diyalektik işleyişine içerilerek sürdürülmesini ifade eder. Bütün bu uğraklarda ölçü, sermayenin diyalektik öznelliğinin tahakkümünü işletir ve emekle sermaye arasındaki antagonizma 22 ücretli emekle sermaye çelişkisine, değerle değişim değeri arasın­daki antagonizma kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çe­lişkiye, devrimle tahakküm arasındaki antagonizma ise reformizm ile tahakküm arasındaki çelişkiye indirgenerek gizlenir.

İlksel birikim dönemi, sermayenin diyalektik işleyişindeki ilk an­tagonizmanın, yani değer ile değişim değeri arasındaki antagoniz­manın, kullanım değeri ile değişim değeri çelişkisine dönüştürülme­sinin uğrağıdır. Bize değişim değeri temelli toplumsal ilişkilerin ilk nüvelerini verir. İlksel birikim, sermaye açısından zorla el koyma, ye­rinden etme, feodalizmin kodlarını çözme ve yeniden kodlama yo­luyla kendini mülkleştirme iken, canlı emek açısından tam bir mülk­süzleşmedir. Canlı emeğin değer ve yaşam üretme kudreti, sadece kendini değerli kılabileceği üretim araçlarından değil, ilişkilerden de yoksun bırakılarak kapitalist değişim değeri üretim ilişkilerine tabi kılınır. Marx’ın ifadesiyle (2011), bir yanda emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan “özgür emekçiler”, öte yanda üretim araçlarının sahibi olarak kapitalistler ortaya çıkar. Bunları bir araya getirecek olan şeyse, sermayenin kullanım değeri ile değişim değeri çelişkisi üzerinden kapitalist toplumsallaşma ilişkisini kurması ve değerin ölçüsünü emek zamana bağlamasıdır. Artık değişim değerine dayalı sınıflaştırma ilişkisi başlamış, canlı emeğin emek gücüne dönüştü­rülerek metalaştırılmasının ve değişim değerlerinin eşitlenmesi te­melinde kurulan bireyci özgürlük söylemi içinde özneleştirilmesinin önü açılmıştır. Kapitalizm feodalizmin sınıfsal kodlarını çözmüş, emek zamanın nicelikselleştirilmesi temelinde canlı emeği yeniden kodlamaya ve kapmaya girişmiştir.

Biçimsel boyunduruk dönemi, emek zamanla ölçülen emeğe dayalı toplumsal değer üretiminin genelleşmesini ifade eder. Ser­maye, vasıflı ama emek araçlarından mülksüzleştirilmiş canlı eme­ğin elbirliğini fabrika zamanına ve mekânına tabi kılarak artı değer üretimi gerçekleştirir. Gerekli emek zaman ile artı emek zaman arasındaki diyalektiğe dayalı değer üretme ilişkisi, canlı emek açı­sından gerekli emek zamanın, sermaye açısından ise artı emek za­manın artırılmasına dayalı mücadelenin eksenidir. Sermaye işgü­nünü uzatarak mutlak artı değeri artırmayı hedeflerken, canlı emek kendi gerekli emek zamanının karşılığı ücreti artırmayı hedefler.23

Gerçek boyunduruk dönemi ise, nispi artı değer üretimiyle ve emek aletlerinin makinelerle ikamesiyle nitelenir. İşçi, emek süreci üzerindeki bütün hâkimiyetini kaybeder ve “makinenin uzantısı” haline gelir. Böylece Marx’ın ifadesiyle söylersek, “nesnelleşmiş emek, canlı emek üzerinde bir egemenlik ve komuta olarak orta­ya çıkar… canlı emek tarafından hayat verilen emeğin ürünü, yani nesnelleşmiş emek, yabancı bir güç olarak canlı emeğin karşısına dikilir” (1999). Bu, sermayenin organik ve teknik bileşiminin art­ması temelinde emeğin verimli kılınması anlamına gelir ve mutlak artı değere dayalı emek zamanı tasfiye eder. Sermaye emeği verim­lileştirerek tahakküm altına alır. Elbette emeğin boyunduruk altına alınmasının bu tarihsel uğrakları, Marx için emeğin toplumsallaş­ma derecesinden ve buna bağlı olarak değer üretim ilişkilerinin dönüşümünden ayrı düşünülemez. Ama asıl önemlisi, Marx’ın bu süreçleri “boyunduruk” nitelemesiyle ifade etmiş olmasıdır. Bu ni­teleme, Marx’ın sermaye analizini ekonomik bir analize indirgeyen Marksistlerin aksine, Marx’ın sermayeyi şeylerin üretimi olarak değil, bir iktidar ilişkisi üretimi olarak gördüğünü gösterir. Değe­rin kaynağı olan canlı emek, değerin ölçüsü emek zamanla boyun­duruk altına alınır. Sermayenin diyalektik öznelliği; canlı emeğin ikili karakteri, yani nesnelliği ile öznelliği, kullanım değeri üretme kudreti ile değişim değeri üretme gücü, somutluğu ile soyutluğu arasında öyle bir ikilik kurar ki sermaye bütün zenginlik sanki canlı emek tarafından değil de kendi tarafından üretiliyormuş gibi canlı emeğin karşısına dikilir ve itaat talep eder. Bir yanda sermayenin başkalaşmış biçimi ücretli emek, öte yanda ücretli emeğin yaban­cılaşmış biçimi sermaye, sermayenin politik öznelliğinin kuru­cu gücü parada soyutlaşan tahakküm ilişkisini birlikte örer. Oysa sermayenin pürüzsüz işliyormuş gibi görünen tahakkümü, hem her daim canlı emeğe bağlıdır hem de onun tehdidi ile maluldür. Sermaye kendi öznelliğini güvence altına almak, yani artı değerin toplumsallaşmış biçimi kârı gerçekleştirmesinin önündeki bütün engelleri aşmak için ölçünün toplumsallaşmış tahakkümünü pe­kiştirmek, bütün yaşam güçlerini kapmak ve kodlamak eğilimin­dedir. Ölçüye vuramadığı, kodlayamadığı ve kapamadığı tek şeyse canlı emektir. Bu yüzden “canlı emek kapitalizmin imkânsızlığıyla 24 varoluşudur” (Ağırnaslı: 301). Bu “imkânsızlık”, sermayenin müte­madiyen kendi ürettiği engellere, en başta da canlı emeğe çarpmaya mahkûm olmasıdır. Zira canlı emek, hem potansiyelinde belirlen­memiş ve belirlenemeyecek olan hem de aktüelliğinde belirlenmiş olandır. Bu yüzden her zaman potansiyel ve aktüel olanın sınırın­dadır (Read, 2016). Sermayenin değer üretme gücüne dönüşebi­leceği gibi, bunun reddine de dönüşebilir. Nasıl ki sermaye ilişki­lerinin üretilmesinin imkânı haline geldiyse, komünalist ilişkileri üretmenin de imkânıdır. Bu, canlı emeğin özünde ve mutlak bir özgürlükçü güç olmasından değil, özgürlükçü ilişkiler kurabile­cek kudrete sahip olmasındandır. Emekle sermaye arasındaki an­tagonizma, ikisi arasındaki ontolojik farktan kaynaklıdır. Canlı emeğin kapitalist ilişkiler üretmenin dışında başka toplumsallık imkânlarına açılabilmesi, tam da nedeni dışarıda değil kendinde bir ontolojik güç olarak içkin, ölçü dışı bir yaşamı üretmesi bakı­mından yaratıcı, üretimi ve yaratımı yeni değer üretmenin politik öznelliğine açma kudreti bakımından ise stratejik bir etkinlik ol­masındandır (Weeks, 2013:173-174). Sermayenin öznelliği diya­lektiktir, oysa emeğin öznelliği farklanma kudretindedir. Bu yüz­den, sermaye kendini olumlamak için istese de kendi karşıtından yani canlı emekten kaçamaz, oysa canlı emek kendini olumlamak için sermayeye mahkûm değildir. İşte sermayenin bütün krizleri, canlı emeği tahakküm altına almayı başaramadığı, sınıflaştırma ilişkisini sürdüremediği, yani emek zaman ölçüsünün diyalektiği­ni işletemediği yerde patlak verir. Bu krizler, canlı emeğin öznelli­ğinden bakıldığında, kapitalist işin reddedildiği, ölçüden kaçıldığı veya kendi ihtiyaçlarını genişletme iddiasında bulunduğu, velhasıl kendini, arzusunu ve farklılaşma gücünü olumlama pratiğiyle ser­mayeyi zora soktuğu uğraklardır. Bu yüzden krizler, canlı emeğin sermayeden kopmasının ya da “ayrılma mantığı”nın olanağıdır (Negri, 2006). Dolayısıyla Marx’ın dediği gibi, “Bir yandan ücretli emeğin devamını diğer yandan sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, kendi içinde çelişik ve kendi kendini çürüten bir taleptir” (1999: 221). Gelgelelim, Marx’ın bu soyutlaması, Marksistler tara­fından canlı emeğin kendi öznelliğini olumlaması üzerinden oku­namayınca, canlı emeğin öznelliği sermayenin diyalektik öznelli­25 ğine kapatılarak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın ilk yarısında işçi sınıfının politik mücadelesinin ekonomik mücadeleye indirgenmesiyle reforme edildi. Ücretli emeğin hem kapitalist hem de sosyalist rejimlerde yüceltilmesi ve üretim fetişiz­mi temelinde olumlanması, canlı emeğin öznelliğini iktidarın işle­yişini sürekli yeniden üretecek mekanizmalarla içermeyi mümkün kıldı. Canlı emek, işçi sınıfı kimliğiyle sabitlendi. Nejat’ın dediği gibi belki de “bize ‘büyük işçi sınıfı devrimleri’ veya ‘eylemleri’ ola­rak anlatılan olayların ekseriyeti aslında işçi olmaktan pek hoşlaş­mayanların serüveniydi” (Ağırnaslı: 291). Dahası “işçi olmaktan hoşlaşmayanların” devrimlerinin ve eylemlerinin, ya işçi sınıfını temsil eden örgütler ya da sermaye tarafından yeniden ölçüye tabi kılınıp kapılmasıydı.

Alıntı: suphi-nejat-agirnaslinin-komunist-israri-menkibeyi-yeniden-dusunmek