Mustafa Emin
Geçen akşam yerimde oturuyorken arkadaşım soruverdi, “Batılı bir Türk olarak Kürtlerle neden bu kadar ilgileniyorsun?” Uzunca bir sessizlikten sonra şöyle yanıtladım; “Kalkıp gidivermeleri beni çok etkiliyor”. Kalkıp gitmek neyin nesi mi; dilim döndüğünce anlatayım biraz.
Lise yıllarımın hayaleti, gençliğimin esas idolü Ulrike Meinhof’un hikayesi, bana kalırsa böyle bir yerinden kalkıp gitme hikayesidir. Konkret adlı sol bir gazetede köşe yazıları yazan, röportajlar yapan, ezilen gruplar, gençlerle ilgili televizyon belgeselleri hazırlayan muhalif bir gazeteci iken Ulrike, Frankfurt’ta iki alışveriş merkezini kundaklayarak yarım milyon marklık zayiata sebebiyet vermeten tutuklu olan Andreas Baader’le bir röportaj yapmaya karar verir. Adalet Bakanlığı’ndan izin alınır ve 14 Mayıs 1970’de Alman Sosyal Sorunlar Merkezi’nde buluşma gerçekleştirilir. RAF hücresi binaya baskın yaparak Andreas’ı kurtarırlar. Ulrike Meinhof pencereden kaçıp gidenlerin ardından bakar bir de yerde kanlar içinde yatan polis memuruna. Tarihsel moment gelip çatmıştır. Geride mi kalacaktır, kalkıp gidecek midir? Ulrike düşünür, belki de düşünmez. Oturduğu yerinden, yaslandığı duvardan kalkar, pencerenin balkonundan zıplar ve gider. Artık ne oturacak bir yeri, ne de yaslanacak bir duvarı vardır. Gidişat 9 Mayıs 1976’da Alman gizli servisi BND’nin Stammheim cezaevinde intihar süsü verilmiş infazıyla son bulur.
Yerinden kalkmak, kalkıp gidivermek Ulrike’nin karar anında olduğu gibi hem çok basit hem de çok zor bir mesele. Geride birşey bırakıp bırakmamak, vazgeçeceği şeylere sahip olup olmamanın dışında insanın sabitelerinden sıyrılması, safralarından kurtulması da demek, bir tür necasetten taharet, bir ribat belki de veyahut Hicret, bildiğimiz ve inandığımız gibi. 28 Şubat 1992’de Sosyalist Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti, Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin bağımsızlık referandumu tanımadığında, Avrupa’nın göbeğinde bir Müslüman azınlık olarak Müslüman Boşnakların hayatta kalma savaşına İslam coğrafyasının dört bir yanından Müslümanlar kalkıp gidiverdiler. Libya neresi, Bosna neresi? Onları bu ufacık memlekete, bu insanların hikayesini bağlayan neydi, bir Slav kavmi olmaları dışında haklarından hemen hiçbirşey bilmedikleri bu insanların bağımsızlık mücadelesi uğruna onları yerlerinden, yurtlarından, sıcak yataklarından, eş ve sevdiklerinden koparan neydi? Çok basit ama çok zor olan neydi?
Kalkıp gitmek basit bir fiziksel eylem olsa da ortaya çıkması kompleks bir karar alma ve icra etme süreciyle mümkün. Eylemin literal anlamındaki basitlik, fizik ve metafizik manasını örtse de yerinde durmanın, öylece oturmanın bir sabite, adeta bir norm haline geldiği şimdide, kalkıp gitmek adeta bir epiğe, mitolojik bir hamleye dönüşüyor. Türkiye’de entelektüel ve akademik elitin, kültürel iktidarın kalesi olan bir yerden kalkıp tanımadığı dillerini dahi konuşamadığı insanların arasına giden ve orada onlarla, onlar için ölen Paramaz’ın hikayesi de böyle bir kalkıp gidiş işte. Çok uzak ama çok yakın, yediğimiz bildiğimiz Neco, ama sıradan bir kahraman, bir Peter Pan olarak Suphi Nejat, destanlaşan adı, hafızadaki hayaletlerle buluşan namıyla Paramaz Kızılbaş. Oturduğu yerde fikir ve kelam üreten akademik konformizme “Siz anca konuşun” derken, kalkıp gitmeyi, hemhal olmayı, derdiyle dertlenmeyi mesele ediyordu kendine Neco.
Kazım Öz’ün salt kurmaca bir sinema filmi olarak değil, bir dönemin, bir kuşağın adeta resimli bir hatıra defteri olarak çektiği (bence epik) filmi Bahoz da nihayetinde bir kalkıp gidişten fırtınaya dönüşen bir hareketin, 90’lı yıllarda Türkiye’nin ekseriyetle Batı metropollerindeki üniversitelerden boşalıp sınıf sınıf, amfi amfi dağlara dolan, akan, Kürt ve Türk gençlerinin hikayesini tıpkı böyle anlatır. “Çelişkilerin giderildiği alan eylem alanıdır heval” diyerek, harekette bereketi, huructa felahı, ribatta selameti görenlerin hikayesini perdeye döker. Geride hatıralardan, soluk fotograflardan ve muhakkak kasetlerden başkası pek kalmasa da kalkıp gidenlerin hikayesi dilden dile terennüm edilir.
Kalkıp gidenlerin hikayesi anlatmakla bitmez. Suruç Katliamı da işte bu kalkıp gidenlerin son kervanına yapıldı. Akranlarının yerinde durmayı, evlerinde oturmayı, hareketsizliği bir norm hatta erdem saydığı gençler yerlerinden kalkıp gidiverdiler. Ne sonunu ne de sonucunu bildikleri bir sefere nefer ettiler kendilerini. Hz. Ali efendimizin bizleri zaferle değil seferle müjdeleyen lafzına icabet ederek, nihayetinde oturarak, durduğu yerde durarak, meskün olarak, mülk edinerek, sahiplenerek değil, hicret ederek, vazgeçerek, feragat ederek, feda ederek, boş vererek, kalkıp giderek başka bir zamanın ve devrin yolcusu oldular. Yolculuklarının sonu bittabii zaferle sonuçlanmadı. Hepimize korkunç bir acı bahşeden, geride kalanları yakıp kavuran bir yas kaldı. Kanları tutuşturan bir hissiyat, Neco’nun ardında kalakalmışlığımızı, dağların ardından bakakalmışlığımızı yüzümüze vuran apaçık bir hakikat, bir tokat.
Hayatımda sabitelerden, meskün olmaktan, yerinde durmaktan giderek uzaklaştığım bir vakitte, Mezopotamya’ya hakim bir dağın eteklerinde, omuz omuza vermiş taş damlardan birinde, 19’unda Kobane’ye kalkıp giden kuzeninin yasını tutan arkadaşıma verdiğim yanıtın hikayesi budur işte. Şimdi bize düşen ise iki yoldur; ya Ulrike Meinhof’tan Suphi Nejat’a, İgman Dağları’ndan Gabar’a, Cudi’ye, Miştenur’a, nereden nereye olursa olsun halinden ve yerinden kalkıp gidenlerin çağrısına, sesine, yürüyüşüne icabet etmek, ya da geride kalanlardan, yasın yükünü omuzlayanlardan olmak, yaşananların dile geleceği, tanıkların dinleneceği o güne dek sabreylemek.
Ayağa kalkıp kıyam edenlere, yola koyulup sefer eylenlere, sıcak yatağında ölmeyenlere selam olsun.