Ulrike’den Nejat’a Bir Kopuş Öyküsü

Nejat için yazılar

Bazı ön açıklamalar: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. [1] Sil gözyaşlarını! Naifliğinde bir “Eskisi gibi olmayacak”tan bahsetmiyorum. Evet Ulrike ve Nejat kopuşlarını gösterdiklerinde, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ancak verili düzenden kopuş herkesten beklenecek bir tavır değil. Bu satırların yazarı olarak böyle bir temennim yok. Ancak, “bir şekilde değil” de bilinçli bir tercih ile, “bir yerde çınlayan bir beden –bir masadaki bardaklar gibi– bir başka bedenin sallanmasına yol açar ve aniden bütün zemin cam kırıklarıyla kaplanır.” [2] diye düşünen, yaşayan ve mücadele eden-etmeye çalışanların “bir pozisyon bulmak için koordinat sistemi icat etmeyi gerektirir” diyen Nejat’a kulak vermesi için bu satırlar yazıldı. Hatta daha önce yazıldı diyelim, : “Nejat… Ayşe deniz ile arin mirkan ile bize mücadelenin asıl boyutunu, toplumsal zeminini, içinde bulunduğumuz felç edici çemberi nasıl yarıp çıkacağımızı da gösteriyor. Varlığımızı yeniden inşa etmeyi… Yıkmayı aynı zamanda” [3] Not: Bu bir yaşam tavsiyesi değildir. Bölüm: Yeniden yaratmanın eşiğinde Ulrike… Bugünden 36 yıl önce son bulan 41 yıllık yaşamı ile Ulrike, tıpkı öncülleri (ve ardılları)] gibi bizlere bıraktığı mana’yla Ulrike… Bir kopuşun ve yeniden yaratmanın-yaratılmanın en kristal ifadesi olarak Ulrike… Nejat Ağırnaslı’yla ve Ayşe Deniz Karacagil’le günümüze ulaşan fedakarlığıyla Ulrike… O’nun varlığı egemenin reddiyesini, egemene saldırıyı ve egemenden kurtuluşu içerir. Kızıl Ordu Fraksiyonu 1998 yılında kendini fesh ederken şöyle derler: “Sistemle kopuşma durumunu ve insanların yapısal olarak boyunduruk altına alındıkları ve sömürüldükleri ve insanların karşı karşıya geldikleri ilişkilere karşı tarihsel olarak bir şimşek gibi çakan bir düşmanlık.” Bu şimşek aydınlığıdır Ulrike’nin kopuşu, en çok onda somutlaşır. Bu bir kopuş öyküsüdür: Almanyalı Ulrike’den, yine bir Almanyalı (Duisburglu) Nejat’ın kobane’de cisimleşen varlığına uzanan… “1971 açıklanamayandır, örgütlere rağmen onların bünyesini tahkim edecek taze kanları tedarik edendir. Semptom değil, marazdır. Kendi dışına doğru hareket ettirendir. Tüm bu anlatıları kuran ve parçası olanların açıklayamadığı bir konu var: 1968, güzel güzel toplumsal dinamiklere ayrılarak anlatılabilirken, toplumsal hareketler açıklanabilirken, ‘devrimci’ bir var olma hali açıklanamıyor. 1971, bugünkü solcu aktivist siyasetçilere ‘Sen nasıl devrimci oldun’ ve ‘Bugün ne yapıyorsun’ soruları sordurtuyor. İşin ilginci toplumsal hareketlere ve dinamiklere dair bin bir masalı olanlar, iş ‘devrimcileşme’ meselesine, insanların neden bu yolda yürüdüklerine gelince ancak anılar olarak anlatılabiliyor, öykünün temel birimi birey ve onun kararı oluyor.” [4] 7 ekim 1934 yılında Oldenburg’da doğar Ulrike. Sanat tarihçisi olan babasını 1940 yılında, öğretmen annesini ise 1949 yılında kanserden kaybeder. Hem öksüz hem yetim bir genç kadın olarak Ulrike, yıllar sonra, Alman yetimhanelerindeki gençleri örgütlemeye, onların eğitimine katkıda bulunmaya çalışır. Ve ne ilginçtir, tutsak edildiğinde 10 yaşında olan ikiz kızlarını, devletin baskısından (hem onlara hem de kendisine yönelik olarak kullanılmasından çekinerek) kurtarmak için, o dönem eğitim gördükleri Filistin’deki El Fetih’in yetim kamplarına yerleştirmeyi düşünür. Teyzesinin himayesinde büyür Ulrike. Rahibelerden dini eğitim alarak. Muhafazakar derecede dini inanca sahip olarak. O yıllarda günlüğüne şöyle yazar: “Eğer çok üzgünsen, insanlar için iyi bir şey yap, çok daha iyi hissedeceksin. ” İlk kopuşu burada görüyoruz. Zira yıllar sonra “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” diye yazar kızlarına. Ve hatta bir televizyon programında “Dünya üzerinde yaşanan acıların suçlusu olarak görmüyoruz kendimizi artık” der, çünkü az sonra varlığını, “eylem yeteneğimizden başka bir şeyimiz yok” diyerek reddiyeyi, saldırıyı bu acının kaynağına yöneltir. “Son kertede gördük ki, dünya değiştirilmiyor” diyerek. Kısıtlı imkanlarla, Marburg ve Munster’de felsefe, sosyoloji, pedagoji ve alman dili edebiyatı üzerine üniversite eğitimi alır.. Üniversite yıllarında tanıştığı sol harekete, nükleer karşıtı hareketin içinde yer alarak katılır. Çatışmacı kimliği baskındır Ulrike’nin. Hatta 27 yaşında evlendiği ve kendisinden (o dönemki öğrenci çevresinden de) zengin ve “ılımlı olan” eşine, (eşi Klaus Rainer Röhl yıllar sonra, onu uslandırabileceğini düşündüğünü itiraf eder), ‘Kapitalizmin son demlerinin keyfini sür, nasıl olsa sosyalizm yakın’ diyecektir. Ulrike’nin üniversite yılları, bölünmüş Almanya’nın trajedisi içinde geçer. ABD tarafından Avrupa’da ileri karakol olarak kullanılan Almanya, Nazisizleştirme adı altında Hitler devletini dönüştürmeye çalışmakta, sözde yargıladığı Nazi geçmişiyle hesaplaşmasının faturasını komünistler üzerinde baskı uygulayarak muhaliflere kesmektedir. Ülkede ciddi bir anti-emperyalist hava vardır zira, Avrupa’nın en büyük ABD üssü Almanya’dadır; üstelik Vietnam savaşında bu üs aktif olarak kullanılacaktır. 1956 yılında Almanya Komünist Partisi (KPD) yasadışı ilan edilir. Nazi devlet görevlileri hala devletin önemli noktalarında istihdam edilmektedir. Zihniyet dönüşümü sosyal demokrat partinin varlığıyla cilalanmakta ancak baskıcı devlet mekanizması hala yerli yerindedir. Bir yandan yeniden inşa diğer yandan eski Nazi devletinin tam olarak parçalanmaması üstelik bölünmüş Almanya’nın ABD’nin bir üssü haline gelmesi soğuk savaş yıllarının Ulrike üzerindeki etkisini açıklayan koşullardır. 1959 yılında başladığı gazetecilik serüvenini `Konkret` (somut) dergisiyle taçlandırır. Zamanın üniversite öğrencilerinin ilgisine sahip bir dergiyken, Ulrike’nin de varlığıyla ilerleyen yıllarda sol hareketin en dikkate değer sesi olmayı başarır. Çevresinde üniversite öğrencilerinden, savaş karşıtı hareketlere, komünistlerden anti-nükleercilere kadar bir çok kesimi toplayan dergi, Ulrike’nin gittikçe politik radikalleşmesine hizmet edecektir. 1959 yılından 1969’a kadar yazdığı yazılar Almanya’da `Die Würde des Menschen is Antastbar` ve `Deutschland Deutschland Unter Anderm` ismiyle iki cilt halinde, ingilizcede `Everbody Talks About the Weather… We don’t` ismiyle, Türkiye’de is `Protestodan Direnişe` ismiyle yayınlanır. Ulrike’nin Konkret ile ilk kopuşu Haziran 1964’de gerçekleşir. Fikri bir kopmadır bu. Zira Doğu Almanya’nın mali desteği kesmesiyle kaynak arayışına giren kocası ve derginin sahibi Klaus Rainer Röhl, başka yayıncıların teşviki ile cinselliği kullanarak derginin tirajını artırmaya yönelir. Başlangıç olarak İsveç bir porno romanını Almancaya çevirerek dergide yayınlar. Aralık sayısında ise çıplak bir kadın fotoğrafının olduğu kapak ile çıkar dergi. Bu andan itibaren dergide mutlaka cinsellikle ilgili mutlaka bir ya da birden fazla makale olacaktır. Ancak tüm bunlara rağmen Ulrike’nin varlığı dergi için hala sol hareketin bir çekim noktası olması özelliğini sürdürmeye yetiyordu. Ulrike aktif bir eylemci olarak eylemlere mitinglere katılıyor, sert yazılarıyla sistemin tüm taşlarını yerinden oynatmaya yardımcı olmaya çalışıyordur. O dönem verdiği bir röportajda şöyle der: “Ben köylüler için yazdığımı düşünüyordum. Benim yazılarımı okuyan kimselere soruşturma açılması alman devletinin ne kadar korkak olduğunu göstermiştir.” Ancak Ulrike sadece dergi yazarlığı ile ilgilenmemektedir. Sansür nedeniyle ancak 1994 yılında yayınlanabilen ve Berlin’de bir kız yurdunda otoriter eğitime karşı ayaklanmayı konu alan “Bambule” isimli bir televizyon oyunun senaryosunu yazar. “Yurt eğitimi, yürüyen bandın başında durmanın, alt pozisyonlarda çalışmanın, emir almanın ve hep öyle kalmanın, susup oturmanın dışında, örneğin direnmenin, başka şeyle istemenin bir anlamı olmadığını proleter gençliğin kafasına sokmaya yarayan, sistemin polisidir, kızılcık sopasıdır.” TV ve radyo programları yapar, o dönemde çok da ilgi çekmeyen göçmen işçilerin durumlarını, yetiştirme yurtlarında yaşayan genç kadınları konu edinen haberler ve belgeseller hazırlar. Üniversitede gazetecilik eğitimi verir. Bölüm: Ulrike ‘var’ oluyor Tarihler 1967’yi gösterdiğinde Almanya sol hareketi politik bir cinayet ile karşı karşıyadır. Bu cinayetin tutuşturucu etkisiyle, Ulrike’nin ve sol hareketin kaderi hiç olmadığı kadar değişecektir. Ulrike bu cinayetten iki yıl sonra “dergi, karşı-devrimin bir aracına dönüşmek üzere olduğu için ve orada çalışarak bu gerçeği gizlemek istemediğim için konkret’de çalışmayı bırakıyorum” diyerek kopuşunun ilk dönemecini döner. 2 haziran 1967’de İran Şahı’nın Batı Berlin ziyaretini protesto eden öğrencilerden Behno Ohnesorg’un polis tarafından öldürülmesi, gençlik hareketinin devletin çıplak şiddetiyle yüz yüze gelmesine neden olmuştur. Tüm protesto gösterilerinde ortaya çıkan şey “protesto”nun artık yetersiz olduğudur. Zira polis ve onun şiddeti gittikçe artan bir biçimde gençlere, muhaliflere yönelmekte, en basit eylemler bile polis saldırısına uğramaktadır. Ohnesorg’un öldürülüşü ile gittikçe radikalleşen gençlik hareketi, o dönemin gençlik liderlerinden Rudi Dutscke’nin Nisan 1968’de suikaste uğramasıyla çizdiği yolun daha da radikalleştirmeye yönelir. Ulrike için “eğlence sona erdi. Sokak eğlencesi zamanı geçti artık.” O güne kadar sözsel radikalizm içinde bulunan sol harekete eylemin dönüştürücü gücünü göstermeye çalışır Ulrike, çok bilinen şu satırlarıyla: “Bir taş atarsanız, bu cezalandırılması gereken bir eylemdir. Bin taş atılırsa, bu siyasi bir eylemdir. Bir araba yakarsanız, bu cezalandırılması gereken bir eylemdir. Yüz araba ateşe verilirse bu siyasi bir eylemdir.” İfadesini Konkret’de bulan dönemin muhalif hareketleri devletin, silahlı dahil, şiddetiyle yüz yüze gelmekten kaçın(a)maz. Karl Marx` şöyle yazar: “Devrimci ilerleme, ancak kendi üzerine kapanan, güçlü bir karşı-devrimi kışkırttığı zaman kendi yolunu açar; hasmını doğurarak ona karşı mücadelesinde bir ayaklanma partisinden gerçek bir parti olmaya evrilir.” Kızıl Ordu Fraksiyonu’nu bir ayaklanma partisi

haline getiren devletin açık ve örtülü her şiddetiydi. Ulrike :” Rudi’ye sıkılan kurşunlar şiddet karşıtlığı düşüşünü sona erdirdi. Silahlanmayan ölür, ölmeyenlerse canlı canlı cezaevlerine, ıslah evlerine, toplu konutların kasvetli betonlarına gömülür.” diye yazar az sonra. Genel kabul şu yöndedir: “Yoksul ve baskı altındaki insanlar bir kriz noktasına varıyorlar, o noktada artık en mantıklı tepki elde hazır bulunan bütün araçları kullanmak oluyor, en çaresiz olanlar için silahlı mücadele de buna dahil. Ama Ulrike farklıydı. Baskı altında olduğu ve açık şiddete uğradığı için Kızıl Ordu Fraksiyonu’na katılmadı. O tam tersine, zengin bir çevreden geliyordu.” Ulrike, bulunduğu toplumsal tabakada görülen mızmız muhalifliğin, gelecek kaygısının ve korkaklığın farkında idi. Her anlamda yok olmaya karşı “Canlı canlı cezaevlerine, ıslah evlerine, toplu konutların kasvetli betonlarına gömülmemek” ve “dünya üzerinde yaşanan acıların suçlusu olmamak” adına harekete geçer. Batı alman entelektüel solunun önemli bir ismi olarak Ulrike, biraz sonra “kelimeler anlamsız, öfke de silah değil: gerilla eylemde.” diyecektir. Vakit artık gelmiştir. Almanya ve dünya devrimci tarihinin en nadide örneklerinden biri olarak Kızıl Ordu Fraksiyonu, bir varlık olarak kendisini yarattığı vakit gelmiştir artık. Ulrike pencere’den atlayarak hem kendini hem de diğer yoldaşlarıyla beraber şehir gerillacılığını pimi çekilmiş bir bomba gibi metropollerin kucağına bırakır. ABD emperyalizminin dünyanın geri kalan bölgelerinde yarattığı şiddet egemenlerin bir kabusu olarak Avrupa’nın orta yerinde onların deyişiyle “Metropollerdeki gerillalar, emperyalist devletlerin, iktidarın merkezleri dışında sürdürdükleri savaşı, tersine çevirip canavarın kalbine yönelttiler.” “Eylem, bir eylem alanıyla bir eyleyeni varsaydığı için olgusal olan fiiliyata dönüştürülmelidir. Eyleyen, eylenileni öncelemez; eylem, yaratıcı olmak için bir ilkeye sahip olmalıdır. Bu ayrışmaktan başka bir şey değildir, eylem ayrışmadır, doğurgandır, doğuştur. Dolayısıyla eylemin ifşa edici bir karakteri vardır, hem kişiliği gösterir hem inşa eder. Ancak, bu boşlukta cereyan etmez, insanlar bir şeyler üzerinde bir şeyler yapmak için cem olur. Toplumsallığın bu aracısına dönük edim, bu nesneleştirme süreci, kelam ve fiiller biçiminde kişiliğin ifşasıdır. Ölüme dek cereyan eden eyleyiş süreci bir insanın kim olduğuna dair tanım, müzakere ve değişim sürecidir. “Ben kimim?” Sorusuna ancak ucu açık hayat hikayesinde cevap aranabilir.”[5] Bölüm: Ulrike infaz edildi “RAF, alman faşizminin devamlılığını tartışırken şunu görmüştü: faşizm, alman halkının halk olarak örgütlenmiş halidir; gündelik hayat faşizmdir. Bugün metaların rengarenk olmasında nsdap iktidarı altında insanların zorla çalıştırıldığı, boya üreticisi de olan kimya devi ıg farben’in payının büyük olması şaşırtıcı olmasa gerek. Oysa, Goethe’nin çağında canlı renkler yabandı, yabancı olanındı; kapitalizmin en demokratik dönemi olan solgun faşizm, renkleri şen şakrak kıldı.” [6] 9 mayıs 1976 yılında, Ulrike’yi hücresinde havlu ile asılarak ölmüş buldular. “Söyleyecek çok fazla şey yok… Ulrike infaz edildi.” der yoldaşları iki gün sonra çıkarıldıkları mahkemede. Can Yücel’in Deniz Gezmiş için söylediğini Ulrike için de diyebiliriz. Zira yine bir mayıs ayında öldürülen denizler gibi, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucularından, ilk Ulrike göğüslemiştir ipi. 15 Haziran 1972 yılında saklandığı evin sahibi (ki kendisi Kızıl Ordu Fraksiyonu sempatizanı bir profesördür) tarafından ihbar edilmesiyle yakalanır Ulrike. Bir çok eylemin planlayıcı ve yürütücüsü olarak aranmaktaydı. 1970 yılında, Baader’in kaçırılmasında oynadığı rolden sonra, pencereden atlayarak, verili tüm ilişkilerini yıkan ve bu kopuşuyla yeni bir dünyanın hayalini kuran-kurduran Ulrike, ölümüne dek CIA imzalı özel tasarlanmış hücrede kalacaktır. “`Ölü bölüm`” ya da “`ölü kanatlar`” adı verilen bu hücre, “Sadece tecrit değil, aynı zamanda duyusal yoksunluk işkencesi kanalıyla sinir bozukluğunu tetikleme amacı taşıyordu. Özel ses geçirmez bir hücre, parlak beyaza boyanmış duvarlar ve dar aralıklarla bölümlendirilmiş tek bir pencereden oluşmuştu, bu sayede gökyüzü bile net görülemiyordu. Hücre 24 saat boyunca tek bir çıplak neon ışıkla aydınlatılıyordu. Mahkumun duvarlara fotoğraf, poster ya da herhangi bir şey asması yasaktı. Bölümdeki diğer hücreler boş tutuluyordu, diğer mahkumlar cezaevi boyunca, örneğin egzersiz yapılan avluya, nakledilirken dolambaçlı bir rota izlemeye mecburdular. Bu sayede sesleri bile duyulamıyordu. İnsanla tek asgari iletişim yemek verilirken söz konusuydu; bunun dışında mahkum hiç bir değişimin olmadığı bir dünyada 1 gün/24 saat geçiriyordu.” Tecrit koşulları çok ağırdı. Birbirinden yalıtık mahkumlar bu koşullara direnebilmek ve kamuoyu yaratmak için 17 haziran 1973’de ilk açlık grevini hayata geçirirler. Dört buçuk hafta süren açlık grevi, devletin Ulrike’yi ölü bölümden çıkaracağı sözünü vermesiyle sonlandırılır. Ancak Ulrike hiçbir zaman ölü bölümden çıkarılmaz. Örgütlenen açlık grevleri sonuçsuz kalıyor, dışarıda gerçekleşen eylemler devletin umurunda olmuyordu. Kızıl Ordu Fraksiyonu bu örgütlenen eylemlerden ikinci kuşak kadroları tesis eder. Tecrit koşulları, beyaz ve sessiz hücre, Ulrike üzerinde istenen etkiyi veriyordu. Hissizleşme yoğundu. Aynı şekilde aşırı hissiyat da: ” Sonunda kendimi buradan kurtarmam gerektiğinin farkına vardım, benim kendi adıma, bu korkunç şeylerin beni etkilemeye devam etmesine izin vermeye hakkım yoktu, bundan kurtulmak için mücadele etmek benim görevimdi. Hangi araçlarla olsun cezaevinde yapılabilecek ne varsa: duvarları kirletmek, polisle yumruklaşmak, teçhizatlara hasar vermek, açlık grevi… En azından beni tutuklamalarını sağlamak istiyordum, çünkü o zaman bir şey duyabilirsiniz; gevezelik yapan bir radyonuz yok, sadece okumak için İncil, belki şilte ve pencere yok, vb. Ama hiç bir şey duymamaktan farklı bir türde bir işkence. Ve açık ki bu benim için bir rahatlama olurdu…” Ulrike, 4 yıl boyunca kaldığı tecritte, bedenen ve zihnen bir kopuş daha yaşar. Bedenen diğer yoldaşlarından, açık havadan, mavi gökten kopar. Oysa yeraltının zorlu koşullarında bile uzun yürüyüşlerini ihmal etmezken şimdi hücresinde beyaz bir yokluğun esaretindedir. Ses beyaz, ışık beyaz, uyku beyaz… 2000 yılında devrimci mahkumların katline sebep olan ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ ile bu beyaz Türkiye’ye getirildi. F tipi hücreler, sistemin insanları yalıtıp, bir araya gelmesini engellediği gerçek hayata isyan edenlerin kaderi, bu beyaz tutsaklık oldu. O dönemde ‘`içerde dışarıda hücreleri parçala`’ diye sloganlarla sokağa döküldüğümüzde, bu gerçek, beyaz tutsaklık-ölü kanatlar, tarihin sahnesine çoktan çıkmıştı zaten. Dario Fo, ‘Ben Ulrike, Bağırıyorum’ isimli metninde Ulrike’ye şunları söyletir: “Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem. Göz alıcı renklerle boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!” Beyaz ölümün esareti altında bulunan şimşek aydınlığındaki Ulrike’nin zihni soluyor. Konkret, bildiriler, haberler, belgeseller teorik metinler yazan zihin, sistemin özel çabaları sayesinde gerçeklikten kopuyor, ancak direnmeye devam ediyor. “His, birisinin beyni aşama aşama, örneğin fırınlanmış bir meyve gibi buruşacak. His, hücre hareket eder. Birisi uyanır, birisinin gözünü açar; hücreler hareket eder; öğleden sonra, eğer güneş parlıyorsa, aniden orada kalır. Birisi emir duygusundan kurtulmaz. Birisi, birisinin sıcaktan mı soğuktan mı titrediğini söyleyemez. Normal bir ses düzeyinde konuşmak, yüksek sesle konuşma mecburiyeti gibi bir çaba gerektirir, bağırmanın neredeyse zorunlu olması gibi. His, birisi konuşmayı keser. His, zaman ve mekan birbirine kenetlenmiş.” Bu satırlar Ulrike’ye ait. İçinde bulunduğu durumu berrakça anlatmayı becerir. Zihni ona türlü oyunlar oynasa da, vakti zamanında “gerçeklik sınıf mücadelesi ve savaşa dayanan bir materyalizmle algılanabilir” diyen Ulrike, yine en somut biçimiyle ölü kanatları tasvir eder. Bir kez daha Ulrike’nin şimşek aydınlığındaki zihni sahnedir. Son sahnedir. Yetim ve öksüz, dinine bağlı genç Ulrike…Üniversiteli Ulrike…İki kız çocuğu annesi Ulrike…Alman solunun parlak entelektüeli Ulrike… Konkret dergisinin yürütücüsü Ulrike… Sol hareketin militanı Ulrike …Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucularından Ulrike…Emperyalist şiddeti canavarın kalbine yönelten Ulrike… Resmi açıklamayla 9 Mayıs 1976 yılında intihar eder. Ancak yıllar sonra yapılan araştırmalarda bunun bir intihar olmadığı açık bir infazın kuvvetli bir ihtimal olduğu ortaya çıkar. “Cezaevinde Ulrike’nin odasına yakın bir yere çıkan ve kimsenin bilmediği bir yangın merdiveni, intihar ettiği söylenen havludan kesilerek yapılan ipi odada kesecek makasta iz bulunmaması… Sonradan ortaya çıkartılan fotoğrafta Ulrike’nin bir ayağının sandalyede olduğu, altının boş olmadığını yani bu biçimde bir insanın intihar edemeyeceği.. Ulrike’nin asılmadan önce öldürülmüş olabileceği ya da bayıltılmış… Otopsisine kimsenin alınmaması… ” Ama zaten yoldaşları emindir. “Söyleyecek fazla şey yok… Ulrike infaz edildi..” Ulrike, “Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz” diye haykırır: “Çok güvenli görünüyorsunuz! Fakat sanmayın ki bu böylece devam edecek! Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. İspanyol, Türk, Yunan, Arap, İtalyan göçmenler ve Avrupa’nın tüm ezilenleri…Ve tüm kadınlar, ezildiğinin, aşağılandığının sömürüldüğünün farkında olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve beni neden öldürmek istediğinizi anlayacaklar… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar, hiç biriniz umurumda değilsiniz. Asla beni delirtemeyeceksiniz! Beni sağlam öldüreceksiniz… Mükemmel bir ruh ve mükemmel bir beyinle. Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak! Herkes sosyal demokrasinin neye benzediğini anlayacak! …Şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı

avukatlarıma kapatmanızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Kanlı ellerinizle kapıları yüzlerine kapatacak ve fotoğraf çekmeyi soru sormayı yasaklayacaksınız. Yasak diyeceksiniz, cesedi incelemek yasak! Soru sormak, düşünmek, tahmin etmek yasak! Yasak! … Ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız! Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız! Cesedim bir dağ gibi ağır olacak…Yüz bin ve yüz bin…Yüz binlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! ..ve hep birlikte bağıracaklar: Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz.” [7] “Polis saldırıları, çatışmalar, ölümler, muğlaklık, Kürdistan,Kemalist cenahta ulusun tadilatına dair yorum farkları, kızışan “dünya devrimci hareketi,” yani perspektif değişikliği. İşte bu `ıraklık açısı` deneyimi, o çok elzem soruyu yeniden sordurur: `Ben kimim`? Bu soru, tüm bir belirsizlik düzleminin yeniden yapılandırılması, bir pozisyon bulmak için koordinat sistemi icat etmeyi gerektirir; bunun tek yolu en uzağı görebilmek, yokluk ihtimalinin mesafesini ölçebilmekten geçer.” [8] Bölüm Son’un Başlangıçı Başlangıç’ın Sonu “Toplumsalın yarıldığı belirsizlik anlarında hayata bakanlar, başkalarının ömrüne bakar, ölümden doğru bir serüveni okur. Bu serüvenin öyküsü, birey odaklı olduğu için bağlamı muğlaklaşır, ama tam da bu şekilde alınan ilham mevcut olanın da aşılabileceğini ima eder; bağlamı kopuk temsil, mevcut toplumsal ilişkilerin aşılabileceğine işaret eder. Deniz, Che’ye baktığında bunu görmüş olsa gerek; Erdal da Deniz’e baktığında. Birisinin hayatına ölü noktadan bakmak, yani ömür görmek aslında ucu açık bir yaşantıyı homojenleştirmektir, sondan başa gitmektir. Burada bir lens vardır: okunan ömür şimdiki benin kısıtlılıklarından doğru baktığı için o ömürde ilke arar; bağlamı yarar ve kendisine ilham devşirir. Bunu mümkün kılan tek şey o ömre bir eyleyiş ve bu eyleyişe de bir ‘kıssadan hisse’ atfetmektir”. [9] Ulrike’yi ve Nejat’ı getirip gözümüze sokarcasına önümüzde var eden tarihsel şartlar her haliyle bir varoluş sorununu içerir. 301 işçinin Soma’da öldürülüşünün yıldönümü. Tarihsel şartlar budur. Ya da her türlü hayalimize yönelik tehdit olarak (tehditten öte bir yaptırım olarak) AKP iktidarının sürekliliği. Bahsettiğim tarihsel şartlar kapitalist üretim koşullarında insan varoluşunun aslında hep bir yok oluşa eşitlendiğidir. Bu iki isim, bu yok oluşu ezilenlerin lehine çevirmişlerdi. Ulrike, Hamburg’daki villasından, gündem yaratan yazılarından, konformist bile sayılamayacak yaşamından… (“Söz konusu olan biziz. Biziz devrimci özne; mücadele etmeye ve direnmeye başlayan bizden biri olur.” diye yazar sonra ‘`Şehir gerillası konsepti`’ isimli metinde.) Nejat, Latin Amerika’yı keşfinden, Kadıköy sokaklarının varlığından, akademik-siyasal metinlerden sıyrılarak bu lehine çevirme işini “metropolün kalbine bırakmışlardır.” Yine Nejat’ın anlatımıyla “Cem olmuşlardır.” “Eylemleriyle yarattıkları o büyük cemi aynı zamanda sadece izlemekle yetinenleri de ifşa edici bir karakterdedir onların eyleyişleri… tribündekilerin sefaletinin ifşasıdır. Buradan ayrışmaya davettir, eyleme ve ceme çağrıdır.”[10] Yine kopuş’a ait başka bir metin olan `yaklaşan isyan`’da, görünmez komite şöyle seslenir: “Artık, çöküşle ilgili kehanette bulunmak veya sevindirici ihtimalleri tasvir etmek meselesi değil bu. Amaç er ya da geç çöküş gerçekleştiğinde buna hazır olmaktır. Nasıl bir isyan olması gerektiğinin şeması çıkarmak da değil mesele. Mesele bu başkaldırı halinin kesintiye uğramaması, yaygın bir kanı olduğu kadar gençliğin içinde uyanan ani bir dürtü olmayı sürdürmesidir.” “`Birbirimizi nasıl bulacağız?`” Seçimler yaklaştı. Ertelemek için güzel sebep; “Cem olma”yı ve hala “kopalım bu lanetli tarihten” demeyi.