Nejat Ağırnaslı
Bilgi dolaşımının ‘demokratikleşmesi’ yakın tarihlere bakacak olursak matbaaya kadar uzanır. Ama bundan daha işlevsel olanı fotokopi makinesinin icadıdır. Chester Carlton ikinci dünya savaşı yıllarına denk gelen zaman aralığında fotokopi makinesinin ilkel halini icat etti ve sonradan Xerox ismini alacak olan Haloid Company, bu makineyi geliştirdi ve faks makinelerinin ilk tiplerini üretti. O faks makineleri ki, Tiananmen Meydanı’nda simgeleşecek kargaşaların örgütlenmesinde büyük bir rol oynayacaktı. Zaten matbaanın icadının nelere yol açtığını azbuçuk biliyoruz. Bir eylem tarzı olarak basın açıklamalarının artık seri üretime geçmesi herhalde biraz da ozalit pankartların marifetidir. İkinci Dünya Savaşı esnasında işçi hareketlerinin ABD’de durulmasıyla rahat hareket edebilen Xerox’un en büyük müşterisi ABD ordusu oldu. Xerox, IBM’in yanı sıra kurumsal iş makineleri üretimi konusunda suyun başını tutan şirketlerden biriydi; taa ki“ufak birlikler”, “dere kenarlarından taciz ateşleri” açana dek.
Kişisel bilgisayarların ilkel hali olan devre setleri, başlangıçta garajlarında elektronik aletlerle hobi icabı uğraşan bir kitleye göre düşünülmüş, basit kasalara konulmuş ve programlanabilir mikro-işlemciler taşıyan birer ‘makine’olarak ortaya çıkmıştı. Commodore şirketi için 650x mikro-işlemcilerini üretecek olan Chuck Peddle önce General Electric ve sonra da Motorola’da çalıştı. Gel gör ki, Motorola ile anlaşamayınca MOS Technologies şirketini kurarak mühendisliğini yapmış olduğu 6800 işlemcisini çok daha ucuza 650xserisi adı altında üretti. Piyasanın temel itkilerinden birini –düşük fiyat–arkasına alarak mikro-işlemci dünyasını ‘halka arz’ etti. Bu ucuzluk yeni olanaklara mahal verdi. Bir mikro-işlemci üreticisi bu şirket, yani MOSTechnologies, hesap makineleri üreten Commodore şirketi tarafından karambolle ‘yutuluverdi”. Böylece bilgisayar üreticisine dönüşen Commodore ilkel bir ‘kişisel bilgisayar’ üretme olanaklarına kavuştu ve Commodore, KIM-1’i ve PET serisini üreterek entegre ‘kişisel bilgisayara’ doğru adım attı. Tam da bu dönemde Steve Wozniak, Peddle’in ucuzlattığı mikro-işlemciyi kullanarak, kendi garajında Apple I’i geliştirdi. SteveJobs ve Steve Wozniak daha sonra geliştirdikleri Apple II’yi Commodor’e satmak istedi, ancak iki şirket anlaşmadı. Apple, kendince bir başarı elde etti, ancak Jobs’un şirketinde yönetim tarzına dair ihtilaflar boy gösterdi. Jobs,Macintosh adlı bilgisayarı geliştirmek üzere bir grup mühendisle birlikteşirket binasının karşısındaki binada – kendi şirketine karşı- harekete geçti;bu binaya da bir korsan bayrağı çekti. Commodore, bu arayışa benzer bir biçimde, Jobs gibi bilgisayarı daha kullanışlı hale getirmek istedi. Bunu kısmen Jobs’tan önce başardı ve görsel bir kullanım tarzına doğru adımlar attı;nitekim kullanımı ve kapasitesi bakımından en önemli ürünü Commodore 64 (C=64)olacaktı. Ancak, asıl sıçrama ATARI’den ayrılan bir grubun Amiga (kız arkadaş)adlı bilgisayarı geliştirmesi, bu projeyi geliştirenler dahil olmak üzere söz konusu aletin Commodore şirketi tarafından yutulması olacaktı. Apple’ın“gurusu,” Jobs bu aralar Xerox’un PARC (Palo Alto Araştırma Merkezi)laboratuvarında grafik ara yüzlü bir işletim sistemini gördü ve yenibilgisayarında böylesine bir sistem kullanmak istedi.
Seksenli yılların başlarındayız..
Uzun yıllar boyunca büyük işyerlerine makineler üreten IBM şirketi, yöneldiği pazarın da etkisiyle cüsseli bir şirket görünümüne sahipti; tıpkı Xerox gibi, kuruluşu 1900’lerin başlarına dayanır. Apple Computer Inc., “kişisel bilgisayarı” (daha önceki başka bilgisayarlara daha çok “ev bilgisayarı”denirdi) ürettikten sonra IBM de ufak çaplı bilgisayar pazarının parlak geleceğinin farkına varıp bu yönlü ciddi bir yönelime girmeye çalışmıştı. Apple ise gazetelere IBM’in büyüklüğü ile dalga geçen kinayeli bir ilan vererek, “Hoş geldin IBM, gerçekten!” sözüyle meydan okudu. Steve Jobs, IBM’e karşı ‘direnişini’1984 yılında piyasaya süreceği Macintosh bilgisayarı tanıttığı 1983 yılındaki toplantıda da açık seçik dile getiriyordu. Jobs, ‘hayatın boyunca şekerli su mu satmak istiyorsun?’ sorusunu sorduğu John Sculley’i, Pepsi’den Apple’a transfer etmiş, Riddley Scott’a Macintosh reklamını yaptırmıştı. Bu reklamda bir kadın, elde balyoz, kolluk kuvvetlerinden kaçar, ‘büyük birader’ büyük bir ekrandan kafası traşlı ve trans halindeki insanlara seslenir, sportif giyimli kadın balyozu ekrana fırlatır ve ekran patlar. Yaygın bir izleyici kitlesine sahip Amerikan SuperBowl müsabakaları esnasında yayınlan reklamda dış ses “24 Ocak’ta Apple, Macintosh’u piyasaya sürecek ve 1984’ün neden ‘1984’e benzemeyeceğini göreceksiniz,” der. Bu reklamın ve ilk Mac’in tanıtıldığı toplantıda Steve Jobs, Apple bilgisayarlar dahil olmak üzere IBM’in ‘ciddiye almadığı’ icatların şeceresini sunar, adeta IBM ‘diktasını’ karşısına almış bir isyancı gibi konuşur; tarihi yaparak tarih yazar. 1983 yılında Apple, adeta “IBM baskınını” gerçekleştirir. ve 1984’te! Macintosh’u piyasaya sürer, ertesi yıl Commodore da Amiga’yı; üstelik Amiga grafik arayüzlü bir işletim sistemine sahip (AmigaOS), oyun oynanabilen ve dönemin koşullarına göre ‘profesyonel’ işler (ses, görüntü işlemek gibi) yapılabilen görece ucuz bir bilgisayardır. Günümüzde, uzun bir süre boyunca –artık bu süreç neredeyse tamamına ermiş olsa dahi- masa üstü yayıncılık ile anılan Apple son yıllarda video işleme vasfıyla da anıldı. Oysa, Amiga hem resim, hem video hemde ses işleme konusunda 1980’lerde Apple’dan epey ileride sayılırdı. Peki, ne oldu da bugün Commodore ve Amiga anılmıyor da Apple ve Microsoft anılıyor. Buunutma eylemi, bir bağlam içerisinde gerçekleşiyor olmalı. Öyleyse Apple veMicrosoft’u öne çıkaran, Commodore’u (Amiga’yı) tarihten silen, bu sessizliği mümkün kılan şey nedir? Commodore, bilgisayar üretiyordu, piyasada rekabet ediyordu ve 1990’ların ortalarında şirketin kötü yönetilmesi sonucunda battı. Apple ve Microsoft bu süreci imgeleriyle birlikte bir yönetim ve sunum politikasına kavuşturdu; ‘bilgisayar çağı’na bir ilahiyat sundular! Bu anlamıyla Xerox ve IBM’den, hatta Commodore’dan çok daha öteye gittiler.İnsanın özgürlük arayışını, kapitalist işleyişin asli bileşeni haline getirmenin, onun motor gücüne dönüştürmenin siyasetini güttüler.
Seksenli yıllardayız….
1960’lı yılların 1970’lere devrildiği tarihsel kesitte iki mekân, günümüze kadar uzanan gündelik yaşamı ve siyasetin paradigmalarını ortaya koymuştur sanki: dağlar ve garajlar!. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu iki ‘mekan’ günümüz kapitalizminin siyasi hüviyet ve biçimini‘devrimcileştirmiştir’. Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası kendi gelir dağılımını düzenlemesi, orta sınıf karakteri kazanan çalışan nüfusun bir kesimini şehir merkezinden görece uzak, çok-katlı ve garajlı hanelerin peşi sıra dizili olduğu ‘suburb’lere yerleşmeye teşvik etmesi, 1960’lara gelindiğinde ciddi bir potansiyelin mayalanmasına mahal verdi. Gençler, garajlarda müzik grupları kurdu, elektronik aletler ve ‘bilgisayarlar’ icat etti, üstelik yer yer 1968’in etkileriyle ve o dönem revaçta olan Doğu Asya felsefeleriyle temas ettiler.. Öte yandan ABD hegemonyası altında dünyada nüfuz sahibi olmaya çalışan emperyalizm, yeni-sömürgeci bir dünya rejimini tesis etmeye çalışacak, gerilla birlikleri halinde kalkışmalar örgütlemeye yeltenen ulusal kurtuluş hareketleri filizlenecekti. Metropollerde bu “mesaj” çarpıp başka özlemlerin zincirlerinden boşanmasına mahal verecekti, alan açacaktı.
Merkezin, çevre tarafından kuşatılmasına ramak kalmıştı; çevre merkez olacaktı, çevre-merkez ilişkisinin tanımı değişecekti. ABD’nin kent düzenlemesi içerisinde görece yalıtılmış bir mekan olan bu ‘suburb’lerdeki müstakil evlerin garajları birer zanaat mekanına dönüşüvermiş, ‘boş’ zamanı olan insanlar burada ‘iş’hayatı dışında dünyanın üzerinde eyleme ve dünyada var olma arayışlarına girmişti. Sonra bu boş zaman uğraşı kendisine bir piyasa buldu. Bu zanaatkarların kurduğu şirketler, haylazlığı ve “rahat ol adamım” felsefesini kurumsal bir boyuta çıkartıp, bugün Google’ın “karargahlarında” gördüğümüz şen disipline giden “uzun yürüyüşü” başlattı. (Gerçi Google’ın Japonya’daki ayağı hala bu “şen” olma halini hazmedebilmiş değil.)
Garajlarda ortaya çıkan, ün kazanan müzik grupları ve garajlarda yapılan ‘icatlar’ daha henüz bu iki olgunun zanaat olduğu bir döneme denk geliyor. Zanaat, üreticiyle üretilen arasında dolaysız bir ilişki olarak dünya üzerinde bir var olma (eyleme/değiştirme) tarzıdır. Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa’da modern (liberter) ideolojilerin başat taşıyıcılarının zanaatkârlar olması ve Steve Jobs’un da Amerikan Ermenisi bir çift tarafından evlat edinilmiş olması tarihin cilvesi olsa gerek. Jobs, üniversiteyi bırakır, Hindistan’da dolaşır, Wozniak’ın mühendisliğini bütünlüklü bir tasarıma kavuşturur; tasarım derken sadece şekil şemal değil. Stanford konuşmasında hayatı üzerinden tüm serüveninin “kıssadan hissesi”ni aktarır…. Dünya üzerinde olmanın kodlarını değiştiren Steve Jobs’un ve ChetCarlston’un -fotokopi makinesini icat ettikten sonra Zen/Buddizme sarmasına şaşmak gerekir. Jobs’un John Sculley’i Pepsi’den, Apple’a çağırırken ‘Hayatın boyunca şekerli su mu satmak istiyorsun, yoksa benimle birlikte dünyayı değiştirmek mi istiyorsun?’ diye sorması; Apple’ın 1990’ların başlarında “ThinkDifferent/Farklı Düşün” reklamlarında Einstein, Beatles, Martin Luther King ve Gandhi gibi figürlerin görüntülerine eşlik eden dış sesin ‘Kimileri onlara çılgın diyor, biz onları dahi olarak görüyoruz, çünkü dünyayı değiştirmek isteyecek kadar çılgın olanlar gerçekten dünyayı değiştirenlerdir,’ demesi bir ilahiyata, dünyada var olma ve eyleme ilahiyatına işaret ediyor. Zanaat ve isyanın birlikteliğinin temsili böyle bir şey olsa gerek, üstelik zanaatkarın kurumsal işletmeci olmaya başladığı anda isyanı hatırlatması daha da manidar! Benzer bir şey Amiga için de geçerli. İşletim sistemi AmigaOs’in en önemli mimarların danbiri olan R.J. Mical, şirketin hikayesini toplantılarda sürekli yeniden kurgulayıp, politikasını şöyle anlattı: “Biz, dünyada iz bırakmaya çalışan kişilere bakınıyorduk, sadece bu endüstride değil genel olarak dünyada. Gerçekten bir beyanatta bulunmak isteyen, gerçekten inanılmaz muazzam bir şey yapmak isteyen kişilere [bir halka] bakınıyorduk, sadece iş bakınan birine değil.” Bir hafıza kurgulandı! İlahiyatın kılıf olduğu bir pragmatizme gark olundu! İşin ilginç yanı, günümüze geldiğimizde bu teknolojilerin gelişimi ve işçilerin özerkleşme eğilimlerinin hazin sonu, çalışan kesimlerin büyük bir kısmına bir çakma zanaatkarlık dayattı. Üretim aracıyla üretici arasında fiziken dolaysız ama toplumsal ilişkiler düzleminde sonuna kadar bağımlı bir ilişki yarattı; fiziki olan ile sanal olan, kamusal ile özel, iş ile boş zamanarasında radikal bir dönüşüm sağladı. Nispi artı-değer, tam da farkla düzlemini yeniden tanımladı: Neye nispet kime kısmet! Hayatım olmuş işlergüçler dedirtti. Zanaat, kurumsal düzeyde tekerrür etti, özerkleşme özelleşme oldu, halk zorladı, halka arz edildi,demokratikleşti. Görünürde birbirinden çok ayrıymış gibi görünen dağlar ve garajlar günümüz kapitalizminin örgütlenme biçimi açısından adeta paradigmatik bir değişimi simgeler hale geldi: Küçük birlikler doğru yere vurup ‘halka’seslenebilir ve böylece toplumsal bir konum elde edebilir. Öncü, halk için‘radikal demokratik’, ‘yeni demokratik’ bir hamle, kontrollü (!) bir ‘kültürdevrimi’ girişiminde bulunabilir. Garajlar ve dağlar birlikte okunduğunda, birçok etkinin rastlaştığı olumsal bir tarih ortaya çıkar: 1960’lı yıllardaki başkaldırı dalgası kapitalist işleyişin aldığı siyasi biçimleri belirledi, yeni bir paradigma sundu! Günümüzde merhum Steve Jobs üzerine örülen anlatı, geriye dönük son derece politik bir kurgudur, ancak kurgu olması ‘yalan’ olduğuanlamına gelmez. Bu kurguyu mümkün kılan bizzat Steve Jobs ve benzerlerinin yarattığı olanaklar, yani simgeledikleri serüvenin hakikati olmuştur:Kapitalizmde doğru fırsatları iyi örgütlersen ‘başarılı’ olursun. Ancak,‘başarının’ somut içeriği, biçimleri sonradan yeniden kurgulanabilir; bu‘başarının’ bağlamı, hatta sebep ile sonuç ilişkisi birkaç defa tersineçevrilebilir -zaten belki de sebep-sonuç ilişkisini tersine çevirirsek bu öyküden bir şeyler anlayabiliriz! Böylece Jobs’un Apple’dan atılması ve Sculleyile girdiği husumet, mağlup olanı sonradan galip yapmaya, ‘bildiğini oku ve inatçı ol’ mesajını vermeye elverişlidir. Jobs, kendi şirketinden Hamlet misali kovulur; şimdi Mac’lerde kullanılan MacOS X’in mimarisinin temellerini atan NeXTSTEP adlı işletim sistemini ve birtakım bilgisayarlar üreteceği NeXT adlışirketi ve Disney ile birlikte belki de ilk uzun metrajlı 3D animasyon filmleri yapacak olan PİXAR’ı kurar. Sonra Apple’a geri döner, “i” harfi ile başlayan zımbırtları arz etmeye koyulur. Bugünkü anlatının aksine Apple’ın tarihine bakıldığında karşımızda her daim kitlelere ‘oyuncaklar’ üreten bir şirket yoktur. Ciddi finansal krizlerle boğuşan ve aslında ‘kişisel bilgisayar’üretmekle profesyonel makineler üretmek arasında gel-gitler yaşayan kırılgan bir şirket karşımıza çıkıyor. Jobs, Apple’a yıllar sonra geri döndüğünde Apple’ın ürettiği bilgisayarların ‘profesyonel’ olduğu imgesini, kendi ‘oyuncaklarının’sağlam olduğu imgesini yaratmak için belki kullanmıştır. Ancak, Apple’ın son‘oyuncaklarına’ bakıldığında yeni bir teknoloji göremiyoruz. Afili bir tasarım içerisinde organize edilmiş ve hali hazırda mevcut olan teknolojilerin harmanlandığı, bir üst-sürüme zemin hazırlamak için noksanlarla dolu ‘tatlımsı zımbırtılar’ görüyoruz. “Üst düzeyde bir tekrar” görüyoruz. Belki de hiç kimse, Jobs kadar tasarımı bu denli politik bir yatırıma dönüştürmemiştir; elektronik aletlerin ‘alet’ olma karakterine, yani makine-insan ilişkisine bu denli derin bir sorgulama zemini açmamıştır: Teknik olarak yeniden üretiminin mümkün olduğu çağda sanat eseri yaratmıştır. Dolayısıyla, Jobs’un Apple’dan ayrıldığı dönemleyine şirkete döndüğü dönem arasındaki boşluk belki de Apple’ın gerçekten teknoloji ürettiği bir kesitti. Kansere yenik düşmeden önce Stanford Üniversitesi’nde yaptığı konuşma, ardından anlatılan onca hikaye, belki de bize somut emeği soyut emeğe dönüştüren kapitalist işletmecinin bu soyutlama teşebbüsünün çok da canlı olduğunu gösteriyor. Ölü emek olarak makine, somutun peşine düşüyor. Bu, kapitalizmin sadece basit bir ‘kar’ rasyonalitesine dayanmadığını, her daim onu aşan bir varoluş mesajı içerdiğini gösterme yeyetiyor.Bu mesaj sadece basit ve işlevsel bir ‘ideoloji’ değil, insanınvaroluşuna dair temel sorunlara dokunan bir arayıştır. Sorunun belli birşekilde sorulması, anlamının bir bağlam içerisinde ötelenmesidir. Rosa Lüxemburg ve yoldaşları için Berlin’deki anıtta yazdığı gibi “Ölüler bizi uyarıyor”! Bu bağlamda, Jobs’un ölümü aslında Apple’ın tarih anlatısını taçlandırmıştır. Apple, on yıl içerisinde iPhone, iPod, iTunes, iMac, MacBook’u üreten şirket oluvermiştir. Jobs’un arkadaşı Wozniak bir garaj zanaatkârı olarak Apple’ı mümkün kılmışken, Apple’ı efsane yapan Jobs olmuştur ve Mac uzun yıllar boyunca zanaatkârlara dünyayı değiştirmeyi telkin etmiş, teknolojiyi bir üretim aracı olarak “halka” sunmuştur. Hatta bugünkü büyük bilişim teknolojilerinin sırrı, hem başka şirketlerin hem de devasa bir bilişim camiasının kolektif çalışmalarını gasp etmiş olmalarından geliyor. Apple, çok az oyun ama sağlam programlarla anılan, insanı bir zanaatkar olmaya zorlayan MacPlusserisi, Quadra serisi, Performa serisi, RISC mimarili PowerPC serileri (belkide buna Performa 5×00/6×00 ve serinin devamı dahil edilebilir), PowerComputing’e verilen lisans üzerinden diğer şirketlerin ürettiği Mac’ler, ilk sağlam Lazer yazıcılar ve hatta çok ilkel bir dijital fotoğraf makinesi üreten şirket değildir artık – belki de tam da bunların Steve Jobs’un Apple’dan ayrıldığı dönemlere denk geldiğinden dolayı… Jobs’un ‘dehasının’ ilk Mac ve son renkli oyuncakları üzerinden anılması, Jobs’un elektronik aletlerin politikkarakterini ne denli ciddiye aldığını göstermeye yetiyor. Jobs, teknolojiyi tasarlamıştır, organize etmiş ona bir biçim ve mesaj vermiştir, ancak bir mucit değildir, bir kaşiftir, isyanın kurumsal düzleme çekilişinin mimarıdır. Apple’ın öyküsü şirket içinde ‘asi’ olma ve ‘dünyayı değiştirme’ anlatılarıyla doludur. MacOs için yazılım şirketlerini uygulama yazmaya ikna eden Apple çalışanları kendilerine ‘Evangelist’ ismini boşuna takmıyordu (Max Weber’inruhu şad olsun!). Jobs mühendislerinin her yeni fikrini önce reddeder, mühendisleri aşağılar sonra bu fikirleri kendisine aitmiş gibi önerirmiş. Yani,bütün mühendislerin icatları Jobs’ta tecessüm edermiş: Önderlik böyle bir şeyolsa gerek. Artık bilgisayar ve benzeri teknolojik zımbırtıların birer üretimmi yoksa tüketim aracı mı olup olmadığını söylemek zor. Birçok kullanıcı hazır programları kullanarak bir şeyler tükettiği ve ürettiği, bu kapsamda kendisine sosyal bir imaj da devşirebildiği için (belki şık durur diye) biz bu iki kelimeyi birleştirelim bir türetim aracı diyelim. Günümüzün başat türetim aracı(cümle içinde nasıl durdu?) olan bilgisayarın kişiselleşmesi, türetimaraçlarının demokratikleştirilmesi, yani bu kültür devrimi, kurumsal bir başkan olmaya yazgılı bir lider gerektirirdi. Kızıl bir kitabı olmasa da kendi şirketine korsan bayrağı çekerek IBM’in “karargahlarını bombalayan,” şirketi çindeki “çeteye” korsan bayrağı çeken, “uzun yürüyüşe” koyulan bir Başkan Jobs elzemdi. İşte bundan dolayı, gerilla savaşının altında yatan volontarizm ve dünya üzerinde var olma/eyleme hali, bu ilahiyat ve inanç, kapitalizmin 1960’larda sınırını zorlamaya ve genişletmeye başlamıştır. Gerilla savaşının girişkenliğiyle kapitalist işleyişin rotasını değiştiren bu ‘girişimcilik’ benzer bir varoluş ilahiyatını paylaşmaktadır. Ancak bir şartla, tüm fiiller,artık eylem değil, sabık eyleme bir atıftır, temsildir; kurumsal düzeyde yazılan bir tarih dahilinde var olmaz mevcut olur. Jobs ile aynı olanak evreninde Unix işletim sistemi vardı ama Darwin ve MacOs X ile birlikteinsanların Unix ile ilişkilenişi bir tasarıma kavuştu. Peki, Linux da
bunu yapmamış mıydı? Linux’ta açık-kaynak kod yazılımlarla daha acayip bir süreçişlemiyor muydu? İşte burada kapitalizm ve demokrasi kavramına tosluyoruz!. Linux, Unix’in pahalılığı karşısında ortaya çıkmış ve yazılımı özgürleştiren bir eylemdi. Linux, kullanıcıyı bilmeye ve değiştirmeye zorluyor, bir topluluğa ait olmanın bir tüketim edimi değil bir katılım bedeli olduğunu söylüyor,‘yetkin’ olmaya çağırıyor, Linux, iştirak ve müşterektir; “bu aletin başına oturuyorsan bir zahmet kıçını kaldır da şu yazılımları birlikte geliştirelim”demesine gerek kalmadan Linux kullanıcısı “seve seve” diyor. MacOs X ise bilmeyen sıradan üreticiye seçeneklerin hazır ve bol olduğu bir alan sunuyor. Yalın bir ifadeyle, MacOs X ‘kernelimin orta yerinde bu nasıl bir cumhuriyet,’ deyip‘ ben sana hazırladım her şeyi, sen şeetmesen de olur” diyor; MacOs X demokratik bir cumhuriyet projesidir. Linux, komünizmdir! Mac’ler ve PC’ler bundan dolayı‘kişisel’ bilgisayarlardır, Linux kullanıcısı ise her daim bir ‘topluluğun’parçasıdır ve bunun üzerinden ve bunun için makineyle ilişkilenir! Linux, MacOsX’in ve hatta yer yer Windows’un altında yatan fantezi, onu sürekli zorlayan, anlamları bozan bir itkidir. İsteyen ve bilen, elbette MacOS X’e bir yere kada rmüdahale edebilir, ancak bu zahmete girişmek zorunda değildir, zaten bunu yapanlar var onlara havale etmek daha kolay. Apple istese de istemese de aslında Linux’u tekerrür ettiriyor, farkla tekerrür. Görsel arayüzlü işletim sistemleri, kendine has bir kullanıcı profili yaratarak, yani işleri kolaylaştırarak, popülizm yaparak belki “kitleleri” bilgisayara yakınlaştırdı. Fakat bu işin bir “ama”sı var: Bilgisayara yaklaşılırken onun işleyişinden ve onun işleyişine müdahil olmaktan epey uzaklaşmış bir “kullanıcı” yaratıldı, bunların ezici çoğunluğu kendi kaderini tayin eden birer hobi yazılımcı değil artık. Ancak, işin güzel bir yanı var: Bunu yapmak isteyenlere YouTube ve Google’ın başarı öyküleri sunularak, hobinin de para edebileceği, hatta kısayol tuşlarıyla köşe dönülebileceği gösterildi..
Üretici güçler sosyal birer ilişkidir, üretim aracı diye bir şey yoktur, zira üretim kavramının kendisi meseleye nereden bakıldığına bağlıdır. Üretici güçler böylece üretim aracına dönüşmüş olur, ancak üretim ilişkileri perspektifinden bakıldığında! “Esnek”kapitalizm tam da bu bakış açısı değişikliğinin düzleminde oynar. Belki de artık Linux bir hamleye daha yol açıp, Apple’ın iPad’ler/iPhone’lar içingeliştirdiği işletim sistemi iOS’unu silip süpürecek: Google, Linux’a dayalıAndroid yazılımıyla Apple’ı tahtından indirebilir, hatta bu sistemibilgisayarlara bile taşıyabilir. Şirketler birbirilerinin teknolojilerini satınaldı, birbirlerini ilhak etti ve tarihi geriye dönük yeniden yazdı ama “halka”cebe sığacak birer “türetim aracı” sundu. Demoları çıkan her şey markalandı,kapitalizm demos’a tüketici odaklı üretim araçları bahşetti; tam da üretim kavramını yeniden anlamlandırarak ve muğlaklaştırarak, bize burada yerli yersiz“türetim” dedirterek, burada bir “üretici güçler” tartışmasını yapılmasını sağlayarak…Tarih geriye dönük yeniden kodlandı, Amiga üzerindeki DeluxePaint unutulduPhotoshop aldı başını gitti: Darısı GIMP’in başına!
1990yılında NewTek şirketi, Comodore Amiga 2000 modeliyle çalışan ama onun bir çokişlevinin arkasından dolanan Video Toaster adlı bir donanım/yazılım paketi geliştirdi. Yapılan reklamda avaz avaz şu haykırılıyordu: Bugüne kadar video işleme araçlarına çok büyük paralarla büyük televizyon kanalları sahipti, artık bunun halkın eline geçmesinin zamanı gelmiştir. Ancak, tarihin cilvesi olsa gerek Video Toaster sanıldığı kadar ucuza satılamadı ve daha çok orta çaplı veya büyük şirketler onu edinebildi. NewTek bu konuda belli bir başarı elde ederken teknolojisini bina ettiği Amiga’yı artık hiç bir tanıtımında zikretmemeye başladı. Sonra, NewTek’in düşünü, yıllar sonra önce multimedyai şlevli masaüstü bilgisayarlar sonra iPhone’un simgelediği akıllı telefonlar gerçekleştirdi. Artık ses, müzik, video, yazı işlemek belli bir yere kadar akıllı telefonlar ve dizüstü bilgisayarlarla mümkün, masa üstü bilgisayarlarla da donanımına göre bayağı bayağı mümkün oldu. Bilişim teknolojisi şirketleri adeta halka hürriyet demiş ve kapitalist rekabetin bir demokrasi meselesi olduğunu, demokrasinin kapitalizme içkin olduğunu göstermiş, üretim araçlarını“daha üst düzeyde” ve kurumsal bir şirkete göbekten bağlanarak cloud uygulamaları, servis sağlayıcıları ve sunucular, güncellemeler) tekrarettirmiştir. Böylece Özerkleşme eğilimleri, halk olarak kurumsal bir bünyeye massedildi. Halk iktidarı kuruldu! Bir zamanların deyimiyle “yeni demokrasi”daha akademik süslü şekliye “radikal demokrasi” çağına hoş geldik- gerçekten! Mao, “komünizm aşk değildir, düşmanı ezmek için kullandığımız çekiçtir,”demişti. Geleceğe doğru kahve falında hayra yorulabilir ama bugünden geriye bakıldığında balıklarına kurban olunası Mao’ya şu denmeli: Halkın gırla aşkdizisi tutkunu olduğu çağdayız. Apple’ın reklamındaki balyoz gitti, yerini farklı düşünmek aldı, statü simgesi iPhone’lu günlere geldik. Apple’a geçen Pepsi yöneticisi Sculley’i bir kere daha hatırlatırcasına ABD’deki istihbara tprojesi COINTELPRO, Kara Panterleri çökerttikten, siyahi direnişin beli kırıldıktan sonra beyazlara bürünmeye yüz tutmuş Michael Jackson sadece siyahi gençlerden oluşan reklam spotunda “You are the Pepsi generation” [“Siz Pepsikuşağısınız”] demişti. Popüler müziğin yıldızı, 80’lerden 90’lara sesleniyordu.Pop müziğin yükselişinin Sovyetlerin çöküşüne denk gelmesi, dünyanın kaynaşmasına, halkın “yeniden kurulumuna”( oluşturlmasına) delalet olmasın!
Michael Jackson’dan bakıldığında Kara Panterler’e artık gerek yoktu, çünkü onların direnişi, imgeler düzleminde Pepsi reklamı üzerinden “resmen” tanınmalarına yol açtı. Martin Luther King’in bir rüyası, Malcom X’in öfkesi, Kara Panterlerin partisi, 80’lerden itibaren siyahi gençlerin Pepsi’si vardı, yaşasın başkan Obama! Halka, hürriyet!