Akıntıya Karşı Yolculuk

Makaleleri

Nejat Ağırnaslı

Boğaziçi Üniversitesi’nde yaklaşık bir senedir özgün bir siyasallaşma sürecini inşa etmekteyiz. Bu mücadele praksisi içerisinde, biz öğrenciler, üniversiteyi farklı bir yerden yeniden kuruyor, kendi öznelliğimizi inşa edip, hayatı dönüştürdüğümüz oranda aslında kendimizi gerçekleştiriyor ve dönüşüyoruz. Kısacası eylemimiz neyse biz de ‘O’ oluyor, onunla varoluyoruz. Böylece Boğaziçi’nde olup bitenler geçmiş mücadele deneyimleri ile bağını koparmayan ancak aynı zamanda da günümüzdeki öğrenci hareketine hakim olan kalıplaşmış mücadele anlayışların ötesinde, alternatiflerin, nasıl üretilebileceğine dair de kimi ipuçları sunuyor.

Bu ülkede bir kuşak, bugünden bakıldığında çocuksu bir hayal gibi görünen düşleri için yola çıkıp kendince bir tarih yazmış, yenilgiye uğramış, ‘büyümüş’ ve ‘akıllanmıştı’. Bizim kuşağımız tam da bu ‘olgunluğa’ doğdu.

Gençlik, politikanın toplumsallığından kurtarılarak, toplumda birer politikacıya dönüştürüldü. Artık ‘toplumsal meselelerden’ uzak durmak dışarıdan dayatılan birşey olmanın ötesine de geçip, bizzat içselleştirilmiş rasyonel bir tercihe dönüşmüştü., çünkü içine doğmuş olduğumuz dönem başka alternatifleri de hesaba katabileceğimiz bir ortam değildi. Tam da bundan dolayı bizler için bireysel ‘rasyonalitenin’ ötesinde her türlü tahayyül olsa olsa gülünç olabilirdi. Muhalefet bastırılmış, marjinalleştirilmiş, alternatifler üretemez hale gelmiş ve görünmez kılınmıştı. Bu esnada devletin kaba kuvvetinin yetmediği yerde piyasa, gündelik nezaketiyle devreye girdi. Bizim için politik aktvizmin dışında kalmak, var olan düzenin içerisinde yer edinmenin pragmatizmini üretmek, onun sunduğu çeşitli yollar arasında tercih yapmak, bizzat gündelik hayatın içerisinde üretilen bir stratejiye dönüşmüştü, ki bu tutum politikliğini tam da bireyci bir tutum olmaktan alıyordu. Böylece sistem her bireye nüfus ederek devamlığını sağlayacak, herkes düzenin içerisinde onun mantığını işleten birer aktöre dönüşecekti.

Herhangibir toplumsallık arayanlara, ya devlet fantezileri ya da piyasa fetişleri birer kimlik olarak sunulacaktı, bunun dışında kalanlar ise marjinaleşecekti; daha da kötüsü marjinallikleri içinde hakim tipolojileri yeniden üretmeye mahkum edileceklerdi. Uzun lafın kısası, bir kuşak kendi tarihini yapmaya kalkışmayacak, kalkışmamasını da bizzat kendisi sağlayacak, yani akınıtıya kapılmakla yetinmeyip bizzat akıntıya tazyik olacaktı.

Hayatımızı çevreleyen bu koşullara, kuşağımızın herhangi bir süreklilik arz eden toplumsal mücadeleleye (Kürt Hareketi’ni saymazsak) tanıklık etmemiş, herhangibir kollektif alternatif arayışını deneyimlememiş olmamızı da eklemek gerekir.

Karanlığı Sorguluyoruz’a Giden Yol…

Hrant Dink’in katledilidiği gün ortaya çıkan kitle tepkisi 12 Eylül’den sonra yeni mücadeleleri inşa etmeye çalışanların ruh halini sözcüklere döken bir şiarı hatırlattı: ‘Sıyrılıp Gelmek’. ‘Bir bebekten katil yaratan karanlık’ yine bir muhalif düşünürü katletmiş ancak çok uzun bir süreden sonra Istanbul’da Şemdinli halkının gösterdiği reflekse benzer bir durum yaşanmıştı. Yüzlerce insan AGOS’un önüne birikip Taksim’de binlerle buluşup, onbinler halinde AGOS’u faşizm ile bir hesaplaşma alanına dösnüştürmeyi çok kısa bir zamanda başarmıştı. Ardından son zamanlarda pek alışkın olmadığımız oranda kitlesel bir katılım ile gerçekleşen cenaze, belki ‘Irak’ta Savaşa Hayır’ eylemlerinden sonra kuşağımızın tanıklık edeceği en kitlesel toplumsal hareketlilik olacaktı.

Yaklaşık bir yıldır özgün bir siyasallaşma deneyiminin yaratıldığı Boğaziçi Üniversitesi’nde bu atmosferin belli oranda bir karşılık bulması kaçınılmazdı. İleride ‘Diyarbakır Serhildanı’ olarak adlandırılan Diyarbakır’daki katliama karşı halk tepkisinden sonra gerçekleştirilen ‘Diyarbakır hakkında bilmek istemediklerimiz’ Haftası ve Diyarbakır’a Ankara, ODTÜ, Hacettepe ve Boğaziçi Üniversitesi’nden yaklaşık 110 öğrencinin Diyarbakır’a gidişi; Terörle Mücadele Yasası’na karşı yürütülen ‘Toplumla Mücadele Yasası’na Hayır! TMY Çöpe’ kampanyası ve geçmiş toplumsal mücadele deneyimleriyle yeniden ilişkilenmek için düzenenlen ‘İz bırkanlar unutulmaz’ etkinlikleri öğrenciler arasında özgün bir örgütlenme ve hareketlilik pratiğinin açığa çıkmasını sağlamıştı. Tüm bu süreçler ismi-cismi belli bir grubun hatları net çizilmiş olan bir kampanyası olmaktan ziyade daha esnek bir öğrenci toplamının üniversite alanını farklı bir yerden yeniden inşa etmeye ve tüm süreçleri bir öğrenme ve dönüştürürken dönüşme süreci olarak kugulaması olarak gerçekleştirildi. En son ‘karanlığı sorguluyoruz’ kampanyası da böyle bir siyasi kültürün parçası olarak değerlendirilebilir.

Boğaziçi’ndeki Deneyimin Gösterdikleri

Birçok Üniversite’de her türlü (politik) öğrenci etkinliğinin bastrıldığı, üniversite yönetimlerinin ve kadrosunun ağırılıklı olarak ulusalcı-faşist olduğu bir ortamda BÜ’nün özgünlüğünü göz önünde bulundurarak üniversitemizdeki hareketliliği değerlendirmek gerekir. Zira bu deneyim, olduğu gibi birçok üniversitede aynı şekilde uygulanamayabilir ancak en genel hatrlarıyla bir sonuç veya alternatif bir öğrenci hareketine dair ipuçları sunabilir.

Herşeyden önce bütün bu süreçlere katılan özneler (kişiler, kulüpler, öğrenci toplulukları, siyasi gençlik oluşumları) siyasi duruşlarını ve yapılarını birer kimlik olarak faaliyete katmayıp, bütün enerjilerini kollektiviteyi güçlendirmek üzerinden inşa ettiler; biçok üniversitede yapılan ‘siyasetler toplantısı’ bizde yapılmadı.

Örülen bütün süreçte kurulan kollektivite kendisini ucu sonu belli bir siyasi özne olarak tanımlamadı, ‘resmi’ bir iç hukuktan da çok içinde yer alanların insani samimiyetine dayanarak ilerledi, üniversitede siyasi faaliyetlerin de ötesinde paylaşımcı bir sosyal ortamın –en azından kendi aramızda- ortaya çıkmasını sağladı.

Bununla kalınmayıp örülen tüm süreçler üniversiteyi dışlayarak değil, üniversiteyi bir mücadele alanı, bir dönüşüm alanı olarak algılayıp bilgi üretim sürecini politik eylemliliğe bağlamayı başardı. Dolaysıyla bütün süreçler politik eylemliliğe hizmet edecek, ezilenlerle kesişme noktaları yaratabilecek, olup bitenleri sorguladığımız ve kendi gerçekliğimizle de yüzleşebileceğimiz birer ‘öğrenme-dönüşme-dönüştürme’ süreçleri olarak inşa edildi. Hocalarımız ile kurmuş olduğumuz diyalog da bu pratiği güçlendirdi. İlişkilendiğimiz tüm kesimlerle öğrenci kimliğimiz ile ilişkilendik, kendimizi üniversite üzerinden kurduk. Dolayısıyla tüm bu süreç üniversitenin toplumsal alternatiflerin tartışıldığı ve öğrencilerin bu doğrultuda harekete geçtiği bir pratik halini aldı. Meşru bir hatta oturabilecek ancak sistemle ve iktidar ile arasına net bir mesafe koyan, ezilenlerle ilişkiye geçebilecek, yeni bir öğrenci hareketi ancak bu alana yapıcı bir biçimde müdahil olarak mümkün olabilirmiş gibi görünüyor. Genel politik başlıkların dışında, örneğin kent planlama öğrencilerinin kapitalist kentelşmeyi okulda bir gündem haline getirirken öte yandan gecekonducularla alternatif bir kentleşme için omuz omuza verdikleri, ziraat mühendisliği öğrencilerinin tarımsal yıkımı bir gündem haline getirip çiftçilerle buluştukları bir alan açmaları vb. pratikler üzerinden üniversitenin bilgi üretim sürecine sahip çıkarak, onu dönüştürerek ve ezilenlerle bu doğrultuda ilişkilenilen bir mücadele hattı içinde devrimci potansiyeller de barındırabilecek bir alan açılabilir. FKF/Dev-Genç döneminine de bakılacak olursa zaten tarihte böyle alanlar açıldığını görebiliriz.

Hayal kuramayan bir kuşağın parçası olan bizler için, arkadaşlarımız tarafından ‘artiz solcu/devrimci’ olarak marjinalleşen/marjinalleştirilen bizler için artık, dünyada olup bitenlere ilişkin (kendi kuşağımızın anlam dünyasına uygun bir dille) müdahil olmamızın yollarını bir biçimde bulmamız gerekiyor. Öyle görünüyor ki kendi gerçekliliğimizi aşmadan ‘tarih yapan’ bir kuşak olamayacağız. Ancak bu dönüşümü hem egemenlere hem de egemen muhalefet anlayışının ötesinde bir siyasi pratik içerisinde sağlayabilecekmişiz gibi görünüyor. Böylesine bir pratik üniversitelerden – ki çoğu üniversitede, bu, en büyük engel olan faşistlere karşı nasıl bir meşru mücadele yürütülebileceği sorununa da sıkı sıkıya bağlı- toplumun diğer kesimleri ile de ilişkilenebilecek kitlesel bir hareketliliğe yol açabilecek, kariyerizmin ve yukarıda bahsi geçen ‘rasyonalitenin’ aşılmasına dönük ufak bir adım olarak algılanabilir. Ve ancak böylesine bir mücadelenin içerisinden üniversite alanında devrimci alternatiflerin de kendisini ifade edip kitleselleşebileceği bir alan açılabilirmiş gibi görünüyor.

Yaratmış olduğumuz deneyim belki böylesine yeni bir mücadele anlayışının sadece ufak bir örneği, üstelik Boğaziçi gibi oldukça özgün bir ortamda ortaya çıkan bir deneyim. Bu deneyim düzenin akıntısına; bize dayattığı kişiliğe, üniversiteye ve muhalefet anlayışlarına karşı ufak bir kürek çekme belki de. Ama her ne kadar ‘eski bir sevda’ olarak damgalansa da aktıntıya karşı yola çıktık bir kere…